Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu…
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.
Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.
Yahya Kemal Beyatlı – Süleymaniye’de Bayram Sabahı
Mimar Sinan’ın Osmanlı niteliklerini sırtlanmış mimar kimliği, birçok araştırmacı tarafından incelenmesiyle beraber günden güne daha da şekillenmekte. Her yeni araştırmacı tarafından yeni teoriler ortaya atılıyor, her yeni proje ile Mimar Sinan ve eserleri biraz daha kavranabilir hale getiriliyor. Sinan’ın, hala omuzlarımızda taşıdığımız Osmanlı mirasının en büyük temsilcisi olduğu yadsınamaz bir gerçek.
‘Hala omuzlarımızda taşıdığımız’ diyorum evet, çünkü şöyle bir geçmişe de bakarsak “Osmanlı” varlığını üstümüzden almalarının kolay olmayacağını çok rahat söyleyebiliriz. Bizim anne-babalarımız da Osmanlı ekolünün etkisi altında büyümüş çünkü onların da ebeveynleri Osmanlı ekolü ile yetişmiş. Bu mirasın kaybolması kolay olmayacaktır, ta ki birçok jenerasyon sonra Osmanlı kültürü de diğer kültürler gibi içimizde eriyip kaybolana dek…
‘Süleymaniye Camii’nin mimari bilgilerini ele almadan önce ‘Mimar Sinan Uzmanı’ olarak da anılan Prof. Dr. Selçuk Mülayim’in değindiği bir noktadan bahsetmek istiyorum. Selçuk Mülayim bu konuyu şöyle açıklamıştır: “Her sanatçının çağının havasını soluduğu, geleneğe bağlılığı, getireceği yenilik ya da devrimi bu çerçevede hayata geçirebileceği doğru bir yargıdır. Bu ilke Mısır’ın piramit mühendisleri için de gotik katedral mimarları için de geçerli. Osmanlı örneğinde, imparatorluk olarak tanımladığımız yapı; pek çok kurumu barındıran, her parçanın bir bütüne ait olduğu, sürekliliği olan ayrıntılı bir mekanizma şeklinde tarih sahnesinde genişçe bir yer işgal etmektedir. Böyle bir ortamda bir sanatçının, çağdaşları ya da benzerlerinden farkı, yine benzerleri içinde ortaya çıkacaktır. Belirli bir standart oluşturan geleneksel düzlem ve bu düzlemde yükselen zirve kişilerin yaşadıkları rekabet, yarış, bazen de entrikaya dönüşen ilişkilerin diyalektiği, kuralına göre oynanan bir oyunda yine de en usta olanı öne çıkarıyor.”
Bence, şimdiye dek Mimar Sinan’ın sanat anlayışı hakkında söylenmiş ve bundan sonra da söylenebilecek en doğru cümleler bu paragrafta yer alıyor. Sinan’ın sanat ideolojisinin ve ortaya çıkardığı sanat eserinin geçmişten gelen bir geleneğin içinden doğarak o geleneğin bünyesinde gelişmesiyle beraber çizgilerin dışına taşarak yükselişinin en güzel ifadesi diyebilirim. Mimar Sinan eserlerinin de bireysel bakış açısının yanı sıra dönem ruhuyla beraber incelenmesi gerektiğini düşündüğümden bu yazıyı sizlerle paylaşma gereği duydum.
Asıl konumuza dönecek olursak; bugün dünya tarihine adını kazımış en güçlü kadınlardan biri olan Hürrem Sultan’ın ve elbette ki gelmiş geçmiş en ses getiren padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın mezarının bulunduğu külliye olan Süleymaniye Külliyesi, günümüzde İstanbul’un Fatih ilçesinde yer alıyor. Daha önce de hakkında bir yazı yazdığımız Şehzade Külliyesi’ne çok yakın bir noktada konumlandırılmış. Tahmin edersiniz ki cami, Kanuni Sultan Süleyman adına inşa ettirilmiştir. 1551-1557 yılları arasında inşa ettirilen cami Mimar Sinan’ın kalfalık eseri olarak nitelendirilir. Caminin içinde bulunduğu külliyede Sıbyan Mektebi, Hamam, İmaret, Medreseler, Kütüphane, Hastane, Hazire ile dükkanlar yer alıyor.
Eğer rotanız ‘Şehzade Camii’nden ‘Süleymaniye Camii’ne doğru şekillenmiş ise, restorasyon işlemi geçirmiş tarihi konakların olduğu mahallelerden ilerleyecekseniz külliyenin kütüphanesi ile karşılaşıyorsunuz önce. Günümüzde külliyenin – kütüphanesi de dahil olmak üzere – birçok yapısı restorasyonda.
Cami, heybetli kütlesiyle insanın ilgisini çekiyor gerçekten de. Gelişen teknolojiyi takiben günümüzde bu tür camiler yapmak artık pek de zor görünmüyor fakat bu heybetli kütlenin 16. yüzyılda yapıldığı ve onlarca depreme rağmen yapının ağır bir zarar görmemiş olması göz önünde bulundurulduğunda inşa sürecinin epey sancılı geçmiş olabileceğini düşünüyoruz.
Caminin avlusundan bahsedecek olursak, avlunun dört yönden revaklarla donatıldığını söylememiz gerekir. Gittiğimde benim de ilgimi çeken bir durum olarak avlunun tam mihrap aksındaki girişi sağlayan cephelerdeki revaklarda, tam merkezdeki üç revak daha geniş ve yüksek tasarlanmış, bunun sembolik bir anlamı olup olmadığıyla ilgili bir bilgi edinemedim. Ayrıca bu geniş ve yüksek düzenlenen revakların tam ortasındaki kemerin üzerinde karşılıklı konumlanmış birer kitabe yer alıyor. Yapının ön cephesinde ‘Son Cemaat Yeri’ olarak adlandırılan revak sırasının sütunları, avlunun geri kalan revaklarının sütunlarından çok daha masif olarak tasarlanmış. Bu sütunların bazılarının gördüğü hasar dikkat çekiyor.
Avlunun dört köşesinde de iki tanesi daha uzun, iki tanesi ise 20 metre daha kısa olmak üzere dört tane minare yer alıyor. Bu dört minarenin Kanuni’nin İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah oluşunun ve dört minarede yer alan on şerefenin de Osmanlı’nın onuncu padişahı oluşunun sembolizmini taşıdığı tahmin edilmektedir.
16. yüzyılın teknolojisi göz önünde bulundurulduğunda bu mimari yapı büyük bir önem arz eden başka bir özelliğe daha sahip: Caminin, içindeki hava akımını kontrol altına alacak şekilde inşa edilmiş olması.
Cami içindeki kandillerden etrafa yayılan islerin bir noktada toplanması sağlanmış. Ana giriş kapısının üzerinde yer alan bir odada toplanan isler ise mürekkep yapımında kullanılmış.
Bizans’tan bu yana kullanımı giderek yaygınlaşan kubbe unsurunun asıl taşıyıcıları, merkez mekânı oluşturan ‘fil ayağı’ terminolojisiyle anılan çokgen ayaklar olarak karşımıza çıkıyor. Daha önceki bir yazımızda da bahsetmiştik, ‘Mimar Sinan, Ayasofya’nın yüksekliğini aşamadı mı?’ sorusunun cevabına Doğan Kuban’ın bir makalesinde rastlamıştım. Doğan Kuban bu durumu “Mimar Sinan, imparatorluğun en zengin döneminde, Ayasofya kubbesini çok iyi tanıdığı halde Süleymaniye kubbesininkini onunki kadar büyük yapma isteği göstermemiştir. Bu, yapamadığı için değil, anıtsal boyutun estetik ve simgesel niteliği Osmanlı kültüründe benimsenmediği için böyle olmuştur.” şeklinde özetlemişti.
Caminin harimine yani asıl ibadet alanına girdiğiniz anda sağınızda tamamen mermerden yapılmış bir müezzin mahfili, tam karşınızda tamamen mermer malzeme ile yapılmış bir mihrap ve onun yanında yine tamamen mermer malzemeyle yapılmış bir minber yer alır.
Caminin süslemelerinden bahsedelim. Daha önceki yazılarımızda da bir yapıda kullanılan plastik sanatların bir yapıyı nitelikli kılma etkisinden bahsetmiştik. Aynı özellikten yola çıkarak bir yapıyı abartıdan uzak bir şekilde süslemek o yapıyı daha ağır, daha mütevazı kılar diyebiliriz. Gösterişin hoş karşılanmadığı İslam dininin ibadet evinin bir ironi çerçevesinde abartılı bir şekilde süslenmesi elbette hoş karşılanmaz. Bu gelenekten yola çıkarak yapıdaki süslemelerin sadeliği tahmin edilebilir bir durumdur fakat bu sadelik ‘yetersizlik’ olarak görülmemeli, tam aksine bu bir ‘yeterlilik’ göstergesi olarak ele alınmalıdır diye düşünüyorum.
Mihrap duvarındaki süslemelere dikkatinizi çekmek istiyorum; bu duvardaki pencerelerin vitray süslemeleri, pencereler üzerindeki çini madalyonlar ve özellikle kubbe camiyi ‘süslü’ kılan en önemli sanat ürünleri olarak ele alınabilir. Caminin hat eserlerinin sanatçısı Hasan Çelebi tarafından yazılan anıtsal kubbenin ortasındaki yazı Nur Suresi’dir.
Osmanlı dönemine tarihlendirilen en büyük ikinci külliye olan Süleymaniye Külliyesi için çok eşsiz bir yer seçilmiştir. Külliye; Haliç, Topkapı Sarayı, Boğaziçi, Marmara’yı gören noktadaki en yüksek tepeye inşa edilmiştir. Hürrem Sultan ve Kanuni Sultan Süleyman’ın türbelerinin yer alabileceği daha güzel bir nokta düşünülemezdi galiba!
Günümüzde Tiryakiler Çarşısı olarak anılan kısımda aslında medreseler yer almaktadır. Süleymaniye Külliyesi bünyesine dahil olan birçok medrese içindeki Tıp Medresesi büyük bir önem arz etmektedir. O güne dek Darüşşifalarda eğitim gören tıp öğrencileri bu medresenin inşasıyla beraber eğitim ve uygulama olarak iki farklı alanda eğitim görebilmişlerdir.
Sıbyan Mektebi ise ‘Süleymaniye Çeşmesi’nin hemen yanında yer alır. Önde ve arkada iki kubbesi vardır. Size minik bir sır vereyim; soğuk bir günde, güzel bir Süleymaniye Külliyesi turunun ardından ‘Sıbyan Mektebi’nin yerinde hizmet veren lokantada yiyeceğiniz bir tabak kuru fasulye dünyalara bedel olacaktır.
Gelelim hazire alanına. Hazire, dini yapıların avlularında veya etrafında bulunan mezarlık alanlarına verilen addır. Süleymaniye Külliyesinin haziresinde göze en çok çarpan iki türbe vardır ki bunlar da takdir edersiniz ki Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın türbeleridir.
Fakat bu türbelerden bahsetmeden önce, hazire alanına girdiğim anda dikkatimi çeken bir mezardan bahsetmek istiyorum. Bu mezarın kime ait olduğunu bilmiyorum ve oradayken de incelemedim. Fakat bu mezardaki mezar taşı insanı etkileyecek cinsten. Mezarda iki tane mezar taşı bulunuyor, birisi başucunda bir diğeri ise ayakucunda. Bu mezar taşlarından birinin üzerinde bir duvak, bir diğerinin üzerinde de kırık bir gül yer alıyor. Bu mezar ile ilgili birkaç araştırma yaptığımda evlenemeden hayatını kaybeden genç bir kıza ait olduğunu yazan metinlere rastladım. Ne kadar doğru bilmiyorum ama bir mezar taşı ancak bu kadar ilgi çekebilir gerçekten de.
Tabii ki hazirenin en ilgi çeken iki türbesinden bahsetmemek olmaz. Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesi sekizgen bir plana sahip. Bu türbenin mimarı da tabii ki Mimar Sinan. İçinde yedi sandukanın bulunduğu türbedeki en büyük sanduka Kanuni Sultan Süleyman’a aittir. Solunda Rabia Sultan, II. Süleyman ve II. Ahmed yatmaktadır. Sağında ise kızı Mihrimah Sultan’ın, II. Süleyman’ın annesi olan Saliha Dilaşub’un ve II. Ahmed’in kızı Asiye Sultan’ın sandukası bulunmaktadır.
Bu türbede, şimdiye dek Osmanlı türbeleri tipolojisinde karşımıza çıkmayan bir özellik ile karşılaşıyoruz. Sekizgen gövdenin alt bölgesi, sıralanmış 29 sütunun üzerine atılan kemerlerin türbeyi çevrelemesiyle zenginleştirilmiş, burada bir ‘Çevre Koridoru’ oluşturulmuş. Aynı uygulama, farklı bir form ile türbenin içinde de sağlanmış. Kısacası türbe revaklı bir dış çevre koridoru, beden duvarları ve sütunlar ile oluşturulmuş bir iç çevre koridoruna sahiptir. Ayrıca kubbesi de ‘Çift Cidarlı’ olarak anılan, bir iç ve bir dış olmak üzere iki kattan oluşmuştur. Osmanlı türbe mimarisinde pek karşımıza çıkmayan bu uygulamalar, birkaç önemli türbe hariç başka türbelerde devam ettirilmemiş.
Hürrem Sultan’ın türbesi de dıştan sekizgen içten onaltıgen planlıdır ve ‘Kadın Efendi Türbesi’ olarak da kayıtlara geçmiştir. Bu türbede Hürrem Sultan’ın haricinde II. Selim’in oğlu Şehzade Mehmet ve Hanım Sultan yatmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesindeki çift cidar uygulamasıyla bu türbede de karşılaşıyoruz.
Ayrıca yapının yaratıcısı ünlü mimarımız Mimar Sinan’ın türbesinden de bahsetmeden geçmek istemedik. Fetva Yokuşu ile Mimar Sinan Caddesi’nin kesiştiği köşede yer alan türbe, Süleymaniye Külliyesi’nin tamamlanışının 20 yıl kadar sonrasında inşa edilmiş. Türbenin önünde som mermerden yapılmış bir sebil yer alıyor. Yarı açık olan bu türbe, sivri kemerlerden oluşan taşıyıcıların üzerine örtülmüş bir kubbe ile tasarlanmıştır. Sinan’ın türbesi, diğer türbelerle karşılaştırıldığında oldukça minimaldir, bu özelliğiyle öne çıkar aslında. Bu mütevazi yapı normal ölçülerde, anıtsallıktan uzak bir şekilde yapılmıştır.
Türbelerin ardından bir seyir terasına düşüyor yolunuz. Seyir terasından görünen manzara gerçekten çok ihtişamlı. Yorucu bir Süleymaniye turunun ardından birkaç dakika soluklanmak için güzel bir seçenek sunuyor sizlere.
Kaynakça:
Selçuk Mülayim, Terrs Lale, Osmanlı Mimarisinde Sinan Çağı ve Süleymaniye, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul,2001.
Fotoğraflar: Merve Tuncer
1996’da Antalya’da doğdu. İlk kez “Büyüyünce ne olacaksın?” dediklerinde “Yazar!” diye cevap verdi, o günden sonra verdiği bu cevap da hiç değişmedi. Sanatla iç içe büyüdü, sanatçı olmak istedi. Sanatçı olamayınca, sanat tarihçisi olmak istedi. Şu anda Akdeniz Üniversitesi’nde Sanat Tarihi eğitimi alıyor ve elinden geldikçe yazmaya gayret gösteriyor.
Yazınızı okudum. Güzel bir yazı fakat bir yerde düzeltme yapma ihtiyacı hissettim. “Vitray”, kilise mimarisinde kullanılan bir terimdir. Bizdeki cam süslemelerine çok benzer lâkin Müslüman mimarisinde bu camlara “Revzen” denir. Bunu göz önünde bulundurursanız sevinirim.
Güzel bir araştırma olmuş. Tebrikler…