İstanbul, günümüzde de bir başkent gibi tüm ihtişamıyla yedi tepesinden dünyayı selamlar. İstanbul şu anki adını almadan önce, yani Constantinopolis olmak için koşullandırılışından bu yana aslında bir planlanmış kentleşme görevi bu kentin üstüne yüklenmişti. Planlanmış kentleşme derken aslında kentin organik yapısından bahsetmiyoruz. Zaten hepimizin de bildiği gibi İstanbul, oldukça karmaşık bir kent dokusuna sahip. Bizim “Planlanmış Kentleşme” tabirinden kastımız aslında İstanbul’un her dilden, her dinden, her renkten insana ev sahipliği yapma görevini daha kentin doğuşunda üstlenmiş olması.
Pagan Roma İmparatorluğu’nun merkezi, Hristiyanlığın ana vatanı, Hristiyan Orta Çağ’ın üvey evladı Bizans’ın ve onu takiben Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul aslında “İstanbul” olmak için yaratılmıştı. Önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi; kentin şu anki temposu yani günümüz İstanbul’u, Roma imparatoru Büyük Constantinus’un büyüsüne kapıldığı bir hayaldi. Bu yazımızda “Bu kent neden böyle planlandı?” sorusunu konuşacağız.
fotograf-22
İstanbul’un kentsel dokusunun kronolojik gelişimini bir önceki yazımız olan “Byzantium’dan İstanbul’a…” yazısında işlemiştik. İstanbul’un Constantinopolis oluşundan önceki tarihi hakkında ekstrem bilgiler edinemiyoruz. Bunun için öncelikle kentin şu anki dokusunun öncül sebebi olan Constantinopolis’e dönüşme hikâyesinden bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Roma İmparatorluğu tarihinde bazı olaylar hayal unsuru bazı güçlerin ellerine bırakılmıştır. Constantinus’un Hristiyanlığı serbest din haline getirmesini sağlayan şey, savaş öncesindeki gece rüyasında kutsal haç işaretini görmüş olması ve savaşta bu haçı kullanmasının ardından kazanan taraf olmasıdır. Yine aynı şekilde, Büyük İskender’in yaptığı gibi kendisine bir başkent kurmak için arayışlarda olduğu günlerden birinde de imparator Constantin bir rüya görmüştür. Bu rüyayı görmeden önce, başkent kurma arayışları sırasında Troya gibi bazı kentlere de bakmıştır fakat rüya onu dönemin Byzantium’una, günümüz İstanbul’una yönlendirmiştir. Gidip kenti görmesinin ardından, kurmak istediği şehrin kendisine yaraşır bir şekilde görkemli,kozmopolit ve canlı bir kent olmasını istemiştir.

Böylesine büyük bir görkem arayışında Büyük Constantin bu kente çeşitli anıtlar getirtip bu kenti yeni bir Roma olarak geliştirmeye çalışmıştır. Roma asilzadelerinden Patricilerin konaklarının aynılarından bu kente de yaptırıp burada kendi senatosunu oluşturmanın derdine düşmüş, bedava ekmek uygulamalarıyla halkı da bu kente çekmeye çalışmıştır. Maalesef ki Constantin, kentin ulaştığı görkemi göremeden hayata gözlerini yummuştur.

Constantinopolis’ten imparatorluğa dalga dalga yayılan veba salgını bu kentsel gelişimi olumsuz etkilemişti. Bu sağlık problemi, başkenti ve çevresindeki kent nüfuslarını da önemli derecede etkileyen bir unsur olmuş o dönemde. İnsanlar kitleler halinde ölmüşler, bu hastalıktan etkilenmeyenler ise kentten uzaklara göç etmişlerdir. Veba, Constantinopolis kentini insansızlaştırmıştır. Ek olarak Doğan Kuban’ın bir makalesinde de belirttiği gibi Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden sonra bile kentin nüfusu 100.000 kişi ile sınırlı kalmıştır.

Ancak İstanbul’un Osmanlı için iki önemli mahiyeti vardır. Bunlardan birisi bu kentin kültür seviyesinin en üst katmanlarından birinde konumlanmış olması, bir diğeri de kent dokusunun son derece heterojen olmasıdır. Farklı coğrafyalarda hüküm süren Osmanlı otoritesi için kuşkusuz İstanbul’dan daha uygun bir başkent olamaz. Doğan Kuban’ın da dediği gibi “İstanbul, Osmanlı kültürünün ulaştığı en üst düzeyi sergiler,temsil eder ve simgeleştirir. Osmanlı Sultanı ne kadar ulaşılamaz ve tek ise İstanbul da Osmanlı kentleri içinde o kadar tektir.”

Processed with VSCO with lv03 preset
Üç kitabî dine ev sahipliği yapan bu kozmopolit kent, 20. yüzyılın ilk yarısında nüfus olarak bir değişime uğramıştır. Özellikle 20. yüzyıldaki ekonomik krizler insanları olumsuz etkilemiştir ve insanların İstanbul’da iş bulabilme umudunun bir sonucu olarak çeşitli köy ve kasabalardan, küçük kentlerden çok fazla göç yaşanmıştır.Özellikle son yarım yüzyılda İstanbul’un nüfusu 1 milyon kişiden 10 milyon kişiye, İstanbul’un yoğunluk alanı da 20 bin hektardan 200 bin hektara yükselmiş.

Yazımızı 16. yüzyılda bu ihtişamlı Osmanlı kentinde bazı Constantin dönemi kalıntılarını araştıran Pierre Gilles’in bir cümlesiyle özetlemek istiyorum : “İnsanlar buraya yerleşmek ya da yeniden inşa etmek üzere var oldukları sürece bu kent yaşamaya devam edecektir.”

 

Fotoğraflar: Merve Tuncer

Kaynaklar: Doğan Kuban, Sanat,Mimarlık,Toplum Kültürü Üzerine Makaleler,Boyut Yayıncılık,İstanbul,2015.

Doğan Kuban, Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul,2015.