Servisin gelmesini beklerken kendi boyumdan büyük olan beyaz plastik resim çantasını  sıkıca tutuyor, bir yandan da servisin beni fark etmeden geçip gitmesinden korkarak kaldırım taşları üzerinde yükselmeye çalışıyordum. Annem de benim için kaygılanmış olacak ki camdan her zamankinden biraz daha fazla sarkmış, tedirgin bir şekilde yolu gözlüyordu. Sokağın köşesinden dönen servisi annem benden önce fark etmiş, avucunu dudaklarına götürüp öpmüş ve bana doğru üflemişti. Sıklıkla yapmış olduğu bir hareket değildi, benim gidişimi beklemeden perdeleri kapatmış olurdu diğer günlerde. Alışık olmadığımdan olsa gerek karşılık vermedim ve hızlıca açılan kapıdan içeri fırladım; en son binen ben olduğum için bana hep kapının yanındaki küçük koltuk kalıyordu. Serviste her sabah yaşanan, hangi müziğin dinleneceğine dair tartışmalar tüm hızıyla tekrar ederken okula varmaya yaklaştığımızda yine kazanan en arkadaki liseliler oluyor; rock müzik, pop müzik karşısında galip geliyordu.

Sınıfımdaki çocukların çoğunluğu haftanın son günü olması sebebiyle cuma günün severdi, ben ise çarşambayı seviyordum. Çarşamba farklıydı, diğer günler ise aynı günü yeniden yaşamak gibiydi benim için; yeni çanta ve boyaların heyecanıyla sınıfa ilk giren ben oluyordum, boyumun kısalığı nedeniyle en öndeki yerime hemen kuruluyordum. Sabah saatlerinde sınıfa dolan güneş cam kenarındaki sardunyaları yalayarak üzerimize düşerken kara tahtanın olmadığı, çiçekler ve replika tablolarla dolu sınıfta, sol çaprazımda duran, sürekli göz göze geldiğim Edward Hooper’ın “Gece Kuşları” tablosunun küçük bir replikası yer alıyordu. Sınıfa giren öğretmenin üzerinde cam kenarındaki çiçeklerin renginde etek, ceket bir takım vardı; siyah kısa saçlara, sert ve ciddi bakışlara sahipti. Aynı ciddiyetle bize yıl sonundaki yarışmadan, ödülden, prestijden bahsetti. Henüz hırsın tanımını tam olarak algılayamacak yaşlardaydım, fakat ciddiyet ile otoriteyi dedemden biliyordum. Boşlukta süzülen el hareketleri, çatık kaşları ile tüm dikkatleri üzerinde toplamıştı; ancak ben yakasında takılı olan tavus kuşu iğnenin taşlarındaki parıltıda kaybolmuştum; gün ışığıyla birlikte mavi ve yeşil canlanmış, bana kısa süreli de olsa başka bir dünya açmıştı. Öğretmenin vermeye başladığı talimatlarla, pastel boyalarımı dizmeye başlarken yeniden gerçekliğin içine dönüyor ve söylenenleri yapmaya çalışıyordum. Güneş sıcaklığını halen hissettirse de binanın diğer tarafına dönmeye başladığı esnada; gün ışığının yerine, sınıfı aydınlatması için  beyaz florasan lambalar açılılyor, bunlardan birkaçı tekliyor ve duvardaki saatin saniyesini takiben yanıp sönüyordu. Yapmaya çalıştığım resim bitmek üzereyken boş kalan gökyüzüne kuşlar çizmek istedim; nasıl çizileceğini bilmiyordum mavi boya ile küçüklü büyüklü ‘m’ harfine benzer şekiller çiziyordum ki, öğretmenim mavi boyayı elimden çekip aldı ve bana söylenerek tüm kuşları içine alacak masmavi kocaman bir gökyüzü yaptı. Gökyüzünün maviliğinde parmaklarımı gezdirirken hissettiğim sadece boyadan kalan pütürlü yüzey değildi, bana ait olmayan bir hayalin boşluğundaydım ve artık maviyi eskisi kadar sevmiyordum.

Dönüş yolunda; sabah kar beyazı olan çantamın üzerine, servisteki büyük çocukların karalamış olduğu rock gruplarının isimlerine uzun uzun baktım. Artık yeni gibi durmuyordu ama onlarınki kadar havalı gözüküyor olması hoşuma gitmişti, eve dönünce anneme ne diyeceğim endişesini taşıyarak çaldığım kapı açılmadı. Komşumuz Sema teyze beni eve aldı; o gece annem gelmedi, ben bir daha o resim çantasına elimi sürmedim, maviden hep korktum ve artık en sevdiğim günün hangisi olduğunu bilemiyordum.

“Bu sabah vücudumda yeni bir duyguya rastladım. Kırılgan bir şeydi.”

 Umay Umay

Şahin Kaygun 1951 yılında Adana’da doğdu. Grafik ağırlıklı fotoğraflardan sembolizme, sembolizmden sürrealizme akan fotoğraf yolculuğu; ortaokulda, resim yeteneğinin hocaları tarafından fark edilmesiyle başlamış, güzel sanatlar eğitimini; fotoğraf ve grafik alanında devam ettirmiştir. Fotoğrafın anlatım dünyasına yönelerek, yalınlığı esas olarak görmüş, ton vurgusuyla anlatım ögelerini belirleyerek hiçbir şeyi rastlantıya bırakmadan ortaya çıkarmaya çabalamıştır.

Şahin Kaygun’un 1980 yazında Salzburg’da katılmış olduğu “Yaz Akademisi” ile birlikte kullandığı teknikler ve anlatım biçimleri büyük değişkenlik göstermeye başlar. Farklı disiplinleri bir araya getirerek ortaya çıkartmış olduğu fotoğraf tabanlı eserler, fotoğrafın belli kalıpları ve kuralları olduğuna inan kişilerce kabul görmez ve sert şekilde eleştirilir. Kaygun’un kullanmış olduğu anlatım dili ile yeni işler üretmesi, sanat dünyasında tanınmaya başlamasına ve genç kuşak fotoğrafçılar tarafından benimsenmesine neden olur. “Belirli sınırlar içinde kalmaya hiç niyetim yok.” diyerek başlamış olduğu polaroid çalışmalarının sonucunda ortaya çıkan sergi, Türkiye’nin ilk polaroid sergisi olarak bilinir. Bu eserlerin birçoğu yurt dışında da sergilenirken bazıları uluslararası polaroid koleksiyonlarında yer alır.

Bu döneminde de eleştirilerle karşı karşıya kalan Kaygun, söylenenlere aldırış etmeden deneysel çalışmalarına devam eder. Fotoğraflar üzerinde yaptığı oynamalarla, mevcut görselleri yeniden şekillendirerek kendini ve iç dünyasını dışa vurumcu bir tavırla yapıtlarında yansıtmaya çalışır. Araştırmacı, atılımcı tavrının yanı sıra; kurallara bağlı kalmayı sevmeyen, alışılmışın dışında fantastik ögeleri, grafik anlatımlarla destekleyerek ortaya yeni eserler çıkartmıştır. 1980’li yılların sonlarında, bir yandan fotoğraf alanında kendi dünyasını kurarken bir yandan da birçok disiplini bir arada bulunduran sinemanın büyüsüne kapılmaya başlar. Sanat yönetmeni olarak katkı vermiş olduğu filmlerden sonra; 1987 yılında yönetmenliğini üstlendiği “Afife Jale” ve “Dolunay” filmleriyle festivallerde yer alır.

90’lı yılların başlamasıyla birlikte fotoğraf çalışmalarına tekrar önem vermeye başlayan Şahin Kaygun; 1991’de “Eskizamanın Denizlerinde” ismini verdiği serisiyle; üç büyük şehirde, üç sergi açar. Şahin Kaygun son sergisinin ardından kansere yakalanarak 1992 yılında hayatını kaybeder, henüz 41 yaşındayken aramızdan ayrılan sanatçı, geride çok sayıda eser ile birlikte; genç kuşaklara ilham kaynağı ve kuralları yıkma cesaret miras bırakmıştır.

“Gerçeklerle baş etmenin en iyi yolu hayal kurmaktır.”

Oruç Aruoba

Hayallerimizi cam kavanozlara koyup raflara kaldırmadan hemen önce; etrafı mavi sınırlarla belirlenmiş, biçimlenmiş, kurallara dayalı bir gerçekliğin içinde kalmamız istenmiştir. Başkaları tarafından sunulan hayallerin içinde kaybolurken kendimize ait bir hayale nasıl sahip olunabilir? Oysa maviliğin ardındaki muazzam renkler bizleri beklemekte.