Telefonumdan kiralık araç uygulamasını açtım. Karabüyü renginde Volkswagen’in son model aracını seçtim. Bu aracın konsolundaki ambiyans ışıkları bana ilham veriyordu. Ayrıca aracın muhabbeti de çok iyiydi. Aracı evime isteyip gideceğim konumu bildirdim. Saat gece yarısında bende olmalıydı. Hava trafiğine girmek istemiyordum, karayoluyla da Gardenya kafe evime bir saat uzaktaydı. Aracın teslim edileceği saati yazdığım anda ödeme de alınmış oldu kayıtlı hesabımdan.
– Hoş geldiniz Melek Hanım. Bu gece de sizi görmek beni çok mutlu etti. Sistemimdeki bilgilere ve giyiminize bakılırsa bugün bir iş toplantısına gidiyorsunuz.
– Evet Kit. Kansi ile buluşacağım.
– Kansi Kana Yaco mu?
– Evet. Yol çok karanlık Kit. Rica etsem ekranı aydınlatır mısın?
– Tabii ki. Kansi’nin hikâyesi herkesin dilinde. Üç gündür müşterilerimle dedikodusunu yapıyoruz. Anlaşılan yaşatan kitaba dönüştüreceksiniz hikâyeyi. Eminim birçok kadın Asu olmak için size başvuracaktır.
– Sana bir sır vereyim mi Kit? Bu hikâyeyi ben yazdım.
Yol boyunca bir kez de benden dinledi hikâyeyi Kit. Kimselerin bilmediği sahneleri anlattım ona. (Hayal ettiğimi anlatmak güzel de yazmak çok zor oluyor.) Heyecanla Zeta gezegeninde olanlara gelmiştim ki Kit, Gardenya kafeye geldiğimizi söyledi. Hikâyenin devamını dönüş yoluna bıraktık.
Araçtan inip İzmir’in en ışıklı alışveriş merkezine baktım. Simsiyah camlardan oluşan bir mağaraydı. Dev karıncalar gibi doluşuyorduk içine. Gece olunca küçük ama güçlü milyonlarca ışık onu sevimli bir canavara dönüştürüyordu. Gardenya kafe bu alışveriş merkezinin çatı katındaydı. Simsiyah devasa bir kapının ortasında durdum. İki elimle güçlü şekilde ittim. Kapı aralanıp içeri aldı beni. Kafenin solunda siyah bir sahne. Sahnenin bir köşesinde siyah kuyruklu piyano. Piyanoyu çalan genç bir adam. Kafenin sağında devasa pencereler. Yuvarlak masalar. Masaların üstünde beyaz örtüleri renklendiren su kabağı lambalar. Her zamanki gibi tenha Gardenya kafe. Rezerve ettiğim masada Kansi oturuyor. Elinde büyük bir kadeh. Kadehteki suyu keyifle yudumlamakta. Durup seyrediyorum onu. Asu da böyle seyretmişti onu diyorum içimden. Geldiğimi fark edip nazikçe ayağa kalkıyor. Masaya geçip kendime bir kadeh su söylüyorum. Sohbet etmeye başlıyoruz. Gözü hep kapıda. Özür dileyerek sözünü yarıda kesiyor ve kapıya yöneliyor. Anlıyorum. Asu geldi. Müzik değişti. Sahnede bir iki dakikalık bir dans gösterisi. İkisi arasında bir tür ritüel.
– Merhaba Melek Hanım.
– Merhaba Asu. Hoş geldin.
Karşımda gözleri ışıl ışıl parlayan biri Dünyalı diğeri Efnanolu iki kişi. Hem birbirlerinden farklılar hem de birbirlerine benziyorlar. Kâh gülerek kâh gözleri dolarak yaşadıklarını anlatıyorlar. Sanki hiçbir şey bilmiyormuşum gibi sorular soruyorum onlara. Gözüm dışarıdaki devasa bilborda takılıyor. Efnano’nun Asiler adasına turlar başlamış. Üç gün önce hiçbir dünyalının bilmediği adaya.
– Desenize turizm patlaması olacak sizin oralarda.
Anlamsızca bakıyorlar yüzüme. Dev bilbordu işaret ediyorum. Kansi masaya eğilip çaktırmadan etrafa bakıyor bizi dinleyen var mı diye. Ben de istemsizce eğiliyorum. “Hanımefendi deşifre olmak üzereyiz,” deyip kahkahayı basıyor.
Bir dakika ben bu kahkahayı nereden hatırlıyorum? Kim böyle gülüyordu? Biri böyle gülerdi. Biliyorum. Kim? Kim?
– Şerife tutturdu Sezen’in konserine gidelim diye.
– Ya! Gidecek misin Volkan?
– Sana zor zaman ayırıyorum Melek. Nasıl gideyim?
– Ya! Bana zaman ayırsan gideceksen ha.
Kahkahayı basmıştı Volkan. Bir dakika, Kansi ve Asu’yu ne zaman doğurdum ben? Üniversiteyi bitirmiştim. Çalışıyordum. Muhasebeciydim. Volkan ile ilişkimiz biteli bir yıl olmuştu. Evlilik baskıları artmıştı. Sevgili ailem beni baş göz etmek istemişti. Doğru. Ben ne yaptım? Müstakbel damat adayına ilk görüşmede hikâye anlattım. Hikâye nasıl başlıyordu? Kansi’nin ölümüyle. Asu on yıldır yalnızdı. Sonra bir şey oldu ve Asu, Efnano’ya Kansi’nin ölüsünü görmeye gitti. Bir yıl eşittir on yıl mı? Volkan. Kansi? Üst kurmaca ve montaj çalışması yapalım derken neler çıkıyor ortaya. Hah! Bir sen eksiktin şimdi.
Melek, güneşin tenini ısıttığını fark etti. Bilgisayarının şarjı bitmek üzereydi. Yazdıklarını kaydedip bilgisayarı kapattı. Dinlediği müzik susunca kuşların sesleri doldurdu içini. Denize bakıp derin bir nefes çekti içine. Bilgisayarın kablosu alt kattaydı. Merdivenlerden indi. Kapının önünde durdu. Odanın eski hâli geldi aklına. Hamileliğinden kalma elbiseler, kazaklar, kızının bebeklik kıyafetleri, oyuncakları sağa sola saçılmıştı. Annesinin çeyiz diye verdiği danteller, yemeniler, yatak çarşafları hurçlarda kullanılmadan duruyordu. Şişirilip patlatılmış balonlar, yarım bırakılmış örgüler, taşınma esnasında kullanılan kutular. Hayatında gördüğü en büyük örümcekler. Kapıyı açtı. Karşısında beyaz dantelli hurçları örten beyaz örtüler duruyordu. Odayı temizlerken dantellerin hepsini bir yere toplamıştı. Dantel müzesine vermeye karar vermiş, kuzeni utana sıkıla isteyince “Sana vereyim kız ne olacak,” demişti. Hurçları İzmir’e götürmek bir türlü nasip olmamıştı.
L şeklindeki odayı mor saten bir çarşafla ikiye bölmüştü. Çarşafı kaldırıp başını eğerek yavaşça içeri süzüldü. Akşam olmamasına karşın giriş katında olan bu oda karanlıktı. Sağ duvarı boydan boya saran duvar halısında orman resmedilmişti. Ormanı seyretti. Her baktığında orada başka bir hikâye buluyordu. Ormanın karanlıklarına kıvrılan patikayı izliyordu en çok. Saçları beyazlamış, başında ışıltılı tacı, elinde kılıcı, sırtında kalkanı olan kadını bekliyordu. O kadının tebessümünü her hayal ettiğinde kendi de tebessüm ediyordu istemsizce. Duvarda kelebekler uçuşuyor, tablolarda ormana dönüşen kadınların huzurlu yüzlerini görüyordu. Komodinin üstünde yoga yapan kadın heykeli. Heykelin yanında tütsüler. Üç tütsü alıp yaktı. Dumanı içine çekti. Kızının ilk yatağını kendine divan yapmıştı. Üstüne de çiçekli, kelebekli kırlentler almıştı. Oturdu. Annesini düşündü. Hayatta olsaydı dantelleri kimseye verdirtmez, söylene söylene geri alırdı. Bir mum yaktı Melek.
– Allah seni ne yapsın deli! Bu çarşaf buraya konur mu? Allah’ım ne biçim insansın sen.
– Odayı ikiye bölmek için bundan daha iyisini bulamadım anne.
– Ne burası böyle?
– Masal odası. Kızım öyle biliyor. Yetişkinlere spor odası diyorum. İç dünyam, kozam burası.
– Heykel de koymuş tövbe Ya Rabbim. Ne yapıyor bu kadın böyle?
– Yoga. Ben de yapıyorum.
– Yoga yapacağına namazını kılsana. Gavur musun sen?
– Belki.
– Melek! Deli deli konuşup asfalyaları mı attırma benim. Saçını başını yoldurtma bana. Ne zaman normal olacaksın sen? Kazık kadar oldun hâlâ saçma sapan şeylerle uğraşıyorsun. Deli deli hikâyeler anlatıyorsun. Bir baltaya sap olamadın zaten. Bak kardeşin okumadı ama çalışıp duruyor oğlum. Evini de aldı yazlığını da. Sen ne yaptın? Tam müdür olacakken istifa edip tiyatrocu oldun. Tövbe Ya Rabbim.
– Ne yapayım anne lisede izin vermemiştiniz.
– Baba, İzmir Devlet Tiyatrosunun kursu varmış oraya gitmek istiyorum.
– Melek sen niye böyle tuhafsın be kızım.
– Niye baba?
– Diğer çocuklar gibi bilgisayar öğrensene. Tiyatro ne? Geçen gün de uzay kampına gideceğim diyordun. Normal bir şey iste be kızım.
– Sen de hiç çalışma götü yok abla. Ya hikâye yazarsın ya da oyunculuk yaparsın. Boş işler bunlar. Hem kim okur senin yazdıklarını. Gel yanıma adam gibi iş öğren. Tiyatrodan para kazanan mı var? Aç hepsi aç. Salaklık etme.
Melek yataktan doğrulup duvardaki aynaya baktı. “Ayna ayna söyle bana benden daha güzel var mı bu dünyada?” deyip kahkahayı bastı. Bilgisayarın kablosunu taktı. Ekran yeniden aydınlandı. Şarkı kaldığı yerden devam etti. Yatağa uzandı. Duvardaki yazıları okudu Melek: Kelebek bir defa kanatlandı mı bir daha asla tırtıl hâline gelmez.
*Kapak görseli: Mehmet Turgut