“Nos numerus sumus et fruges consumere nati.”

Rakamlardan başka bir şey olmayan bizler, kaynakları tüketmek için doğduk.

Horatius

Antik zamanda Herakleitos’un, modern zamanda Wittgenstein’ın kentten, kalabalıktan, kendiliksiz kendiliklerden, hakikat-ötesinden kaçışı; yalnız başına, izole, iç içe geçmişlikten kurtulmuş yeni bir pratiğin inşâsı; koskoca bir dağı ya da küçücük bir barakayı olsun ev edinişi ve bu evi varlıkları için bir olanak kılışları; hiç mi ilham verici olmamıştır? Antik zamanlardan modern zamanlara, her ne kadar enstrümanlar değişmiş olsa da, birbirine dokunmadan, birbirine sesini duyurmadan, yani özcesi birbirine yaslanmadan var olma yeteneğinden yoksun olan insansoyu, tüm bu süreçte yalnız kalmayı bir zayıflık, bir noksanlık olarak bellemiş oldu. Oysaki tüm canlı varlık için yalnız başına yaşamı idame ettirebilme yeteneği, tüm özel güçlerden daha özel bir güç olsa gerekti. Kalabalığa devredilmiş bütün bireysel iradeler, yani toplumun güçlenmesi adına bireyin zayıflatılması, sanki pek muhteşem bir güçlenme hamlesiymiş gibi, çağlar çağı insansoyuna benimsetildi. Oysa bu süreçte, insan kendi kendine yetemeyecek denli zayıflamış, bir ötekine muhtaç bırakılmış ve apaçık zayıflığın ta kendisi olagelmişti.

Şimdi bu olağanüstü zamanlarda, yani kalabalığın hastalıkla özdeş olduğu ve bin yıllar boyu bireyi kalabalık içinde olmaya, hattâ daha da ötesi “kalabalığın bir uzvu” olmaya motive eden her türden otoritenin, ağızlarına hiç de yakışmayan şekilde kalabalıktan sıyrılmayı salık verdiği bugünlerde, bu zayıflığımızla yüzleşmek durumunda kalıyoruz. Kalabalık içerisinde olmadan kendisini noksan hisseden, kendi kendisine söyleyecek hiçbir şeyi olmayan fakat ağzının kaba boşluğunda bir başkasına söyleyeceklerini biriktiren çürük insan, bu süreçle nasıl baş edecek? Kalabalık içinde olmaya adanmış bu yaşamlar, bu süreçte biriktirmiş olduğu enerjiyi, ilk çatlaktan boşalarak harcamaya çalışmayacak mı? En ufak gevşemede, o eski şaşaalı, çok-insanlı, çok-temaslı, kendinden geçerçecisine tüketime odaklanmış zamanlarına koşaradım hamle yapmayacak mı? Yüzleşmiş olduğu kendisinden, yani aslında yeryüzünde keşfedebileceği yegâne hakikatten, sanki tarihin en korkunç canavarından kaçıyorcasına kaçmayacak mı? İşte o zaman ne olacak dersiniz – bu bir kurtuluş mu yoksa felâketine koşuş mu?

Ama artık bir seçim yapmaya mecburuz. Ya kendi mağaramızın duvarlarına resim çizmeyi, işaretler çakmayı bir şekilde öğreneceğiz, yani yalnız başına yaşama pratiğini; ya da mağaramızın dışında kurduğumuz korkunç şaşaalı yaşam uğruna, bilhassa üretim ağının dışında olan ihtiyarları kurban olarak Doğa’ya sunacağız. Doğa’ya ise şöyle söyleyeceğiz: “Seni bir süre daha kullanabilmek adına, içimizden ihtiyarları sana kurban veriyoruz. Sen de bunun karşılığında bizi bir süre daha idare edeceksin.” Doğa ise şöyle cevap verecek: “İhtiyarlarınız ve rastgele birkaçınız daha!” Doğa ile iyi geçinmek adına, hiç düşünmeden bunu da kabul edeceğiz. İçimizden birilerini feda edebilecek denli çoğuz çünkü; bir kısmımız artık olmasa, üretimimiz ve tüketimimiz bundan ne denli az etkilenir, bir düşünün! Gelgelelim bir süre sonra, “normal” yaşamlarımıza döneceğiz: Sanki hiç olmamış gibi, tarihi yadsıyarak, ona yüz çevirerek, hâfızamıza ihanet etmeyi unutkanlık gibi bir erdemin icadıyla överek, tam da kaldığımız yerden. Fakat ne yaparsak yapalım, kendimizle karşı karşıya kaldığımız o korkunç görüntü, kışlık montumuzun cebinde kalmış bir adet çekirdek gibi, yazgımıza eşlik edecek. Gün gelecek, bu görüntü bizi irkiltecek; belki bir sokak eğlencesinde ansızın bilincimizin yüzeylerinde korkunç ayak basışlarını bize hissettirecek. O zaman artık, bu korkunç ayaklardan kurtulmak adına, bilincimizin ta kendisinden de ödün vermeye gönüllü olacağız. Kendimizden kaçabildiğimiz kadar kaçmayı, hakikatten ve hakikatin kırıntısından dahi kurtulmayı, yaşamımızın biricik amacı yapacağız.

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.