“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.”

Kör Baykuş/Sadık Hidayet

Uykuyla uyanıklık arası bir yerde dışarıdan gelen seslerin nedenini tahmin edebiliyordum ancak ilk defa haykırışların şiddeti beni yatağımdan kaldırabilecek kadar güçlüydü. Annemden kalan tül perdenin arasından salona süzelen yeşil ışığın manası belliydi, taşındıktan bir süre sonra öğrenmiştim bunun bir araca ait olduğunu. Salonun ortasında öylece durup önce evden, sonra dışarıdan gelen sesleri dikkatlice dinlemeye çalıştım, salondaki eski saatin tıkırtısı ürpertici bir şekilde evin içine hakimken dışarıda genç kızın haykırışları sokağı inletiyordu. Perdeyi aralamaya çalıştığım anda devrilen sarı çiçekli bitkimin topraklarının etrafa yayılması canımı sıkmıştı, saksıyı hafifçe ayağımla kenara ittim ve pencerenin buğusunu elimle temizleyerek karanlığın içindeki insanları seçmeye çalıştım. Belediye ait olan aracın yanında üç beş kişinin arasında beyaz montuyla genç kızı hemen fark edebildim, yüzüne yansıyan ışıktan yaralarının olduğunu görebiliyordum fakat canını yakan acının yüzündeki yaralar olmadığını araç gittikten sonra boşlukta çaresizce bekleyişinden anlayabilmiştim.

Gecenin sabahında, her sabah olduğu gibi aynanın karşısında parmaklarımı boynumdaki yara izlerinin üzerinde gezdirerek  hayatta olduğumu kendime yeniden hatırlatıyordum. Bu benim sırrım olmuştu tıpkı Küçük Arı kitabını okurken altını çizdiğim cümleler gibi;

Bütün yara izlerini bir güzellik olarak görmeliyiz, tamam mı? Bu bizim sırrımız olsun. Çünkü, tecrübelerime dayanarak söylüyorum, ölürken yara izi olmaz. Yara izi ben kurtuldum demektir.”

Çekoslavakya’nın Kolin şehrinde 1896 yılında dünyaya gelen Josef Sudek küçük yaşta babasını kaybetmesiyle birlikte geçirdiği zor bir çocukluğun ardından Avusturya-Macaristan ordusuna katılarak Birinci Dünya Savaşı’nda cephede yer aldı, bu esnada sağ kolunu kaybeden Sudek diğer yaralarının tedavisi için uzunca bir zaman farklı hastanelerde tedavi gördü, bu süreçte hastaların fotoğraflarını çekerek fotoğrafla ilgilenmeye başladı. 1922 yılında Prag’da iki yıl boyunca fotoğraf eğitimi alarak 1924 yılında okuldan arkadaşlarıyla beraber Çek Fotoğrafçılar Topluluğunu kurdu. Tek kolu olmasına rağmen taşıması zor büyük format makineler kullanmayı tercih eden Sudek 1927’de kendi stüdyosunu açarak üretimlerine buradan devam etti.

Bu döneminde içe kapanık ve yalnız yaşantısının etkisini çalışmalarında hissedebilmek oldukça mümkündür, penceresinden mevsimlerin geçişini takip ederken ortaya çıkartmış olduğu görüntüler gerçekçi bir fotoğraf anlayışına uygun gözükse de fotoğrafların yarattığı çağrışımlarlarda kendi duygularıyla etkileşime geçen  melankolik bir atmosferi açıkça görebiliyoruz.  “Stüdyomun Penceresinden”, “Bahçemde Yürüyüş”, “Stüdyomun Bahçesi” serilerini kendi iç dünyasından yansımaları olarak kabul edebiliriz, bunlarla birlikte bir önemli serisi de İkinci Dünya Savaşı sırasında Prag’ın Alman işgali altındayken gece yürüyüşlerinde yapmış olduğu çekimlerle oluşturduğu şehirden gece manzaralarıdır. Şöhret peşinde koşmayan, utangaç bir yapıya sahip olan Sudek sergi açılışlarında hiç yer almadı.  Prag şairi olarakta bilinen Josef Sudek koca bir ömrü yalnız geçirdi, bedenindeki ve ruhundaki yaraların etkisiyle bizlere şiirsel fotoğraflar armağan ederek  1976’da Prag’da hayata veda etti.

Görünürdeki yaralarımızdan kimi zaman utanır, saklarız ancak onlar bizim bir parçamızdır ve hâlâ hayatta olduğumuzun kanıtı. Görünür olmayanları da göstermek isteriz etrafımıza, biraz olsun anlaşılabilmek için.