Çocukluğun yanar döner kumaşlarla bezeli günleriydi.

Benim için.

En azından.

 

90’lı yılların göbeği benim ilkokul yıllarımdı. İstanbul’un Yeşilköy semtinde o zamanlar için ünlü olan bir okula gidiyordum. Bize ün değil, anneler lazımdı oysa.

Ben okula başlamadan önce ayrılmıştı annemle babam. O dönem için çok radikal olan bu durum sınıfta saklamam gereken bir sırdı. Ta ki öğretmenin yaz tatilde ne yaptığımızı yazdırana kadar. Annemle şuraya gittik, annemle buraya gittik. Baba? Ha baba mı? O yok işte canım. En azından benim kompozisyonuma girebilecek kadar yer işgal edememiş. Sonra baktım ki benimle birlikte iki kişi daha böyle –yani dedim ya sır, öyle yekten ifşa edilmez.

Okul sabah annemin mesaisiyle başlar, akşam yine onun mesaisiyle biterdi. Evden okula gitmek ise yaklaşık bir saat sürerdi. Her okul dönüşü önünden geçtiğimiz Hava Harp Okulu Nizamiyesi’ndeki askerlere seslenir, selamlaşırdık. Bu bizim için dönüş yolundaki en eğlenceli oyundu. Boğazımız yırtılana kadar seslenmenin ne gibi bir eğlencesi varsa artık. Kendimize oyunlar icat etmeliydik, yoksa bir saatlik yol nasıl geçerdi? Cep telefonlarının olmadığı, bilgisayarla henüz müşerref olamadığımız dönemlerdi. Çantamızda kumaş mendillerimiz, mavi önlüğümüz, beyaz yakamız vardı. Birçoğumuz bu beyaz yaka işini ciddiye aldı, büyüdüklerinde de kendilerine beyaz yakalılar sıfatını hediye ettiler. Ben yakalı olmak istemedim aslında. Çünkü o yakanın ilmeğini birilerinin istediği zaman, istediği gibi sıktığını fark ettim. Bir de “Bütün renkler hızla kirleniyordu/ Önceliği beyaza verdiler.” mısralarını ezberlemiştim.

Hatalarımızı kokulu silgilerle sildiğimiz hayatın torpilli dönemindeydik.

Bazen de değildik.

İlkokulun beşinci sınıfında öğretmenimiz değişti. Biz de değiştik. Selim, Serdar, Elvin ve ben. Birbirinden ayrılmayan minik bir gruptuk. Selimle ben kafayı UFO’lara, uzaya takmıştık. Gezegeni paylaştığımız başka varlıkların da olduğuna inanıyor ve onları çok merak ediyorduk. Teneffüslerde küçük sıraların üzerine gazeteyi açar, bu görünmeyen yaratıklarla ilgili yazılan yazı dizilerini okurduk. Okulun deniz kenarındaki kocaman bahçesinde duvarın üzerindeki mimarı desenlere bakıp kendimizce hikâyeler uydurur, sonra onların gerçekliğine inanıp korkar kaçardık. Dedim ya kendi oyunlarımızı kendimiz bulurduk. Gazete alamadığımız bir gün yemekhanedeki kirazları ceplerimize doldurduk. Bahçede açık havada denize baka baka yerken “ağzında kim daha çok kiraz çekirdeği biriktirecek” yarışmasını başlattık. Çekirdekleri de deniz kenarındaki ağaçların arasına atacak, gelecek sene büyüyen kiraz ağaçlarımızı ziyaret edecektik.

Ben kazandım, yok o kazandı derken zil çaldı. Sınıfa girdik. Elvin çöp kovasının yanına gidip kiraz çekirdeğini çıkardı. Ama olmadı ki şimdi, açık hava oyununu neden beton duvarların içine hapsettik ki? Hani bitmişti oyun. Hepimiz itiraz ederken öğretmen geldi. Herkes yerinde defterini açıp hazırken biz sınıfın ortasında ayakta karşılamıştık öğretmeni. Kural ihlali.

Tahtaya bir matematik sorusu yazdı öğretmen. Şekilli bir şeyler olduğunu hatırlıyorum. Üçgen falan olabilir bak. Ben çözemedim. Elvin bir yere kadar çözebildi. Selim, Serdar da öyle. Hiçbirimiz sonuca gidemedik. Ah, kafamız hep oyunlara çalışıyor. Öğretmen bize yardım etmeye çalıştı. Beni aldı yanına, “Bak şurada şu var, demek ki bu açı kaç derece?”

Baktım. Ben bir rakam göremedim. Hatırlayamadım da kaç olduğunu. Öğretmen çıldırdı. “Çocuğum bak, gözünün önünde, kaç burası?”

Çıt yok. Sanki Sur’a üflendi. Kıyamet öncesi sessizliği. Bizimkiler de anca çekirdek saysınlar, sufle de yok onlardan.

Tahtanın önünde omuzlarımdan tutup bağırarak sarstığını hatırlıyorum öğretmenin beni. Gözüne far tutulmuş tavşan gibiydim o an. Artık bana söylenen soruyu algılamayı değil, zilin ne zaman çalacağını düşünüp biran önce teneffüs olsun diye Allah’a bildiğim bütün duaları etmeye başladım.

Sonrasını da pek hatırlamıyorum aslında. Yerimize oturduk galiba. Zil çalınca supermen hızıyla tuvalete koştum. Bu sefer teneffüs bitmesin diye dua ederken daracık tuvalette hüngür hüngür ağlamaya başladım. Burnum akarken elim cebime gitti. Mendilimi çıkarırken çıt diye bir şey düştü yere.

Kiraz çekirdeği.

Galiba ben gizli kazanandım.