Ulysses’i ilk ortaokulumun kütüphanesinin, kütüphaneden faydalanan kitle nedeniyle pek de ilgi görmeyen tozlu kitaplarla kaplı olan bölümünde gördüğümü hatırlıyorum. Faulkner ve Woolf gibi yazarların postmodern eserleriyle yeni yeni cebelleşmeye başladığım zamanlardı ve bir yandan da Yunan mitolojisine karşı fazlasıyla ilgi besleyen biri olarak, o dönemde adeta başucu kitabım olan Odysseia’nın ana karakteri korkusuz savaşçı Ulysses’in ismini taşıyan koskocaman bir kitap bulmak merakımı oldukça cezbetmişti. Etrafımdaki öğretmen ve kütüphane görevlilerinin şüpheci -ve bir o kadar da küçümseyici- bakışları altında aldığım kitap için duyduğum heyecan ise çok uzun ömürlü olmayacaktı, çünkü zor bela ulaştığım yüzüncü sayfaya kadar, tüm kitap Leopold Bloom isimli basit, niteliksiz ve -umduğumun aksine- korkusuz Ulysses’le en ufak bir benzerlik taşımayan bir adamın gündelik işler yapması hakkındaydı: eşiyle sevişiyor, osuruk şakalarına gülüyor, ekmek alıyor, yoldaki kadınları inceliyor, karşılaştığı tanıdıklarıyla mahalle halkı hakkında konuşuyor. Üstelik önümdeki 800 koca sayfada da bu durum değişmiyor gibiydi. Ancak bol bol yardımcı kaynaklara da başvurarak olsa okumaya devam ettim. Şimdi bakınca bu, edebi bir meraktan çok, elimdeki koskoca kitapla yürürken beni süzen küçümseyici bakışlara karşı çocuk aklımla ilan ettiğim bir mücadele gibi gelmekte, ta ki kitaptaki bir pasaja varana kadar. Romanın sekizinci bölümü Lestrygonians’tan bir kesit.

“Tramvaylar birbirini geçip gidiyor, geliyor, çanlarını çalıyorlardı. Boş laflar. Günler geçip gidiyor, oysa değişen bir şey yok: Polis müfrezeleri bir gidiyor bir dönüyor: Tramvaylar geliyor, gidiyor. Şu iki kaçık şapşal geziniyor. Dignam temize havale. Mina Purefoy yatağında, karnı şişik, içindeki çocuk çekilip alınsın diye inliyor. Her saniye bir yerlerde birisi doğmakta. Bir başkası da ölmekte, saniyede bir. Kuşları besleyeli beş dakka oldu, üç yüz kişi eşşek cennetini boyladı. Bir üç yüz kişi daha doğup kanları yıkandı, zaten hepsi Kuzu’nun kanıyla yıkanır ya, meeeeee diye haykırarak.”

Gördüğünüz üzere çok da özel bir kesit sayılmaz, kitabın ilerleyen kısımlarında da çok daha etkileyicileriyle karşılaştım zaten. Ama çoğu aydınlanmaya yol açan minik kıvılcımlar gibi, bu cümle de benim Ulysses’in derinlerdeki özüne uyanışımı sağlayan kıvılcımdı ve koca romanın sonuna kadar büyük bir ilgiyle idare etmemi sağladı. Joyce ile fazla alakanız yoksa, pasaj haklı olarak garip gelmiş olsa gerek ama üstüne düşününce insan bilincinin yüksek ve nispeten daha alçak kaygılarının kusursuza yakın bir portresi olduğunu görmek mümkün. Bloom sokakta yürürken doğum, ölüm, hayatın kısalığı ve monotonluğu ve dini inançlar gibi derin konular hakkında düşünürken bir yandan da beş dakika önce beslediği kuşları, tramvayların gürültüsünü, önündeki iki şapşal adamı ve az evvel karşılaştığı arkadaşına da kafa yorabiliyor. Bloom’un kesinlikle Ulysses gibi bir kahramanla alakası yok ama bu devasa eserin baş karakteri bizzat kendisinin bilinci, yolda görüp de saniyeler arasında bir bakış atıp geçtiğimiz onlarca suratın arkasındaki bilinçlerden biri, sıradanlığı içinde sıradışı, olağanlığı içinde olağanüstü. Joyce’un büyüsü de bizzat bu: günlük yaşamın büyüsü. Bizim yaşamlarımızın ilginçlikte, tüm o Yunan epiklerinin kahramanlarından geri kalan tarafı yok, yalnızca biz bunun kıymetini bilemiyoruz. Ve aklımızdan geçen tüm o dağınık düşünceler, kimi zaman derin felsefik sorgulamalar, kimi zaman osuruk şakaları, bunlar bizi iyisiyle kötüsüyle tam bir “insan” yapan ve hepimizi, tüm miğfersiz Ulysses’leri tek bir çatı altında birleştirmesi gereken şeyler. İşte Joyce’u tüm kendisine addedilen tüm etiketler ve kültürel etkenlerden bağımsız olarak, bu yüzden okumalıyız: belki kendimizden çok, başkalarının ne düşündüğünü bilebilirsek daha yavaş öfkelenir, daha çabuk affederiz, daha az nefret eder, daha çok severiz. Joyce’u tanırsak, belki daha iyi bir insan oluruz.

James Augustine Aloysius Joyce, iyi tanınan bir İrlanda bağımsızlığı savunucusu John Stanislaus Joyce ile Mary Jane Murray’in evliliklerinden doğan, ancak ikisi tifodan ölen on iki çocuğun hayatta kalan en büyükleri olarak 2 Şubat 1882’de, tüm eserlerinin tartışmasız ana temalarından biri olan ve kendisinin “deli gibi sevip ve bir o kadar da nefret ettiğim şehir” olarak betimlediği Dublin’de açar dünyaya gözlerini. Eğitim hayatına gelecekte gideceği diğer eğitim kurumlarının çoğu gibi Cizvit bir yatılı okula başladı. Bu süre içinde de oldukça sıcak bir ilişkisi olduğu babasının, İrlanda’nın bir İngiliz kolonisi durumunda çıkmasının en ateşli savunucularından biri olması, James Joyce’un da en az babası kadar gözü kara bir milliyetçi olmasının yolunu açacaktı.

Ancak her şey, dönemin gerek kişisel, gerek de şirket bazında iflaslarını açıklayan “Stubbs’ın Gazetesi”nde, yazdığı siyasi şiirlerle kendine yeni yeni bir kitle edinmeye başlamış John Joyce’un isminin belirmesiyle tepe taklak olur. Baba Joyce günlerini meyhanelerde harcamaya başlar ve bunu da yanlış mali tercihlerin takip etmesiyle bir anda fakirliğe düşen aile, genç Joyce’u dört senedir eğitim gördüğü okuldan almak zorunda kalır. Ama bu onun çalışma hırsını öldürmez, hatta körükler.

Evde kendi imkanlarıyla çalışan Joyce, çok geçmeden yine bir Cizvit okulu olan Belvedere Koleji tarafından farkedilir, babasının tanıdığı bir rahip sayesinde de, büyük bir indirimle orada okumaya başlar. Bu lise süreci, gelecekte vereceği eserlerinde yazım tarzı anlamında kendisine çizdiği rotanın en önemli temel taşı olan, yalnızca İngilizce olmamak üzere, çoğu dünya dili üzerine lengüistik çalışmalarının başlangıcı olacaktı. Almanca, Fransızca ve Latince de dahil olmak üzere birçok yabancı dili büyük bir ilgiyle araştıran Joyce, bir yandan da -yazının olduğu kadar yazarın hayatının geri kalanında da kaçınılmaz olarak karşımıza sık sık çıkacak- Thomas Aquinas gibi birçok filozofu da orijinal dillerinde okumaya başlayacaktı.

Dillere olan ilgisini üniversiteye de taşıyarak Dublin Üniversitesi’nde İngilizce, Fransızca ve İtalyanca üzerine okumaya başlar. Üniversitede edindiği arkadaşlar ile, aslında o güne kadar ciddi olarak düşünmediği yazarlık kariyerinin kapısını aralayacak edebi çevrelerle samimi olur ve dönemin ünlü tiyatro yazarlarından Henrik Ibsen’in “Biz Ölüler Uyandığımızda” isimli oyunu üzerine yazdığı bir inceleme ile ismini duyurur. Ancak Joyce, yazdığı incelemelerin yanında şiir ve kısa hikayelerinin de yayınlanmasına rağmen yazarlığın çok da güvenilir bir kariyer hedefi olmadığının farkındadır. Bu da onun Avrupa’yı dolaşıp kendisine uygun bir kariyer arayacağı uzun günlerin başlangıcı olur.

İlk denemesi, Paris’teki bir tıp okulu olur. Ama, kimi araştırmacılara göre tıp için gereken teknik Fransızcanın zorluğundan, kimilerine göre de yalnızca ilgisizlikten dolayı bursunu genelevlerde çarçur ederek eğitimini yarıda bırakır ve babasının beş kelimelik sade telgrafıyla -“ANNE ÖLÜYOR EVE GEL. BABA.”- kanser teşhisi konulmuş annesiyle ailesinin yanına, İrlanda’ya döner. Annesi, son günlerini Joyce’u itiraflarını yapıp komünyona katılmaya ikna etmeye çalışarak harcasa da başarısız olur ve 13 Ağustos’ta hayatını kaybeder. Son nefesini verdiğinde ise, odada, annenin naaşı yanında diz çöküp dua etmeyen yalnızca James ve Stanislaus Joyce kardeşlerdir. Joyce, bu anıya, iki önemli romanının ana karakterlerinden biri olan Stephen Dedalus’un ağzından, Ulysses’in ilk bölümünde değinir.

“-Kudretli anamız bizim! Dedi Buck Mulligan.

   Birden, gri arayan gözlerini denizden Stephen’ın yüzüne çevirdi.

   -Halam, ananı öldürdüğünü sanıyor senin, dedi. O yüzden benim seninle görüşmemi istememesi.

   -Birisi onu öldürdü, dedi Stephen, üzüntülü.

   -Anan ölüm döşeğindeyken dua etmeni istediğinde diz çöküverseydin ya, Allahın cezası, Kinch, dedi Buck Mulligan. Ben de hiperboreliyim senin kadar. Ama ananın son nefesinde sana diz çöküp onun için dua edesin diye yalvardığını düşününce. Senin kılın bile kıpırdamıyor. Sende uğursuz bir şey var…

   Buck Mulligan sustu, öbür yanağını yeniden sabunladı. Dudakları bir hoşgörü tebessümüyle kıvrıldı.

   -Ama sevimli bir soytarı, diye kendi kendine mırıldandı. Kinch, soytarıların en sevimlisi.”

Annesinin ölümünden sonra tıpkı babası gibi tenor sanatçılığına başlayan ve bir yandan da kitap incelemeleri yazan Joyce, yine babası gibi yoğun bir alkol kullanımına başlar. Estetik felsefesi hakkındaki “Bir Sanatçının Portresi” isimli deneme-hikayesinin yayınlanamaması ise tüm bu gidişata tüy dikecektir. Ancak James Joyce hiçbir zaman zorluklar karşısında kolayca yılan biri olmamıştır, olmayacaktır da. Umutsuzluğa kapılmaz ve tüm hikayeyi baştan sona, “Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi” adı altında romanlaştırarak yeniden yazar.

Aynı sene ise Joyce’un hayatını apayrı bir raya sokacak bir şey gelir başına: Nora Barnacle. James, Nora’yı ilk görüşünde gözüne kestirir ve günlerce peşinde dolanır. “Eğitimsiz ama oldukça erotik ve bir o kadar da zorlayıcı bir kadındı.” der Joyce onun için. Nora ise ilk konuşmalarını tüm detayıyla hatırlamaktadır:

“James’i ilk gördüğümde, kafasındaki şapkasından tut derin mavi gözlerine kadar, onu kuzeyli bir denizci sanmıştım. Ama konuştuğunda, ah Tanrım, onun da köylü kızlarını kaldırmaya çalışan değersiz Dublin palavracılarından biri olduğunu anladım.”

Ama yine de bu ona aşık olmasını engellemez. Joyce’un bir mektubunda anlattığına göre, ikili ilk kez 16 Haziran 1904’te liman yakınındaki bir parkta yürüyüşleri sırasında ilk kez cinsel ilişkiye girerler. Bu tarih, Joyce’un -ve belki de 20.yüzyılın- en önemli romanı Ulysses’in geçtiği gün olacak ve yıllar boyunca da Bloomsday (Bloom Günü/ Bloom’un Günü) olarak Dublin’de toplanan binlerce Joyce okuyucusu tarafından etkinliklerle kutlanacaktır.

Joyce ile Nora’nın ilişkisi, birçok araştırmacı tarafından da oldukça karmaşık bir ilişki olarak nitelendirilmiştir. Bazılarının fazlasıyla açık bir dille yazılmasıyla ünlenmiş erotik mektuplarından tut, çifti tanıyanların ifadelerine kadar tüm bilgiler, ikilinin zevkleri, çevreleri, sosyal ve eğitim durumlarının oldukça farklılık gösterdiğini söylemesine rağmen ömürlerinin sonlarına kadar, ne olursa olsun, daima beraber kalacaklardır.

İkili, Joyce’un içkiye düşkünlüğünün başına açtığı dertlerle kazandırdığı düşmanlar, Katolik kilisesinin baskısı ve İngiliz İmparatorluğu’nun hükümdarlığı gibi sebepler bir kenara, hayatlarını idame ettirebilecekleri düzenli işler bulma umuduyla Dublin’den ayrılırlar. İlk durakları Zürih olsa da, oradaki eğitim çevreleri tarafından çok geçmeden Avusturya-Macaristan’ın (günümüzde ise İtalya sınırları içerisindeki) Trieste kentine gönderilirler. Trieste’de de Joyce için pozisyon yoktur, ancak Trieste Berlitz Okulu’nun müdürü Almidano Artifoni’nin yardımıyla Pola kentinde (günümüzde Kırım’da) Macar memurlara İngilizce öğretmeye başlar. Ama dönem Avrupa’da savaş öncesi çalkantıların yeni yeni hissedildiği dönemlerdir ve Joyce’la Nora bu konuda istisna olmayacaklardır. İkili, Avusturyalıların şehirde bir casus ağı keşfetmesiyle diğer tüm yabancılarla birlikte şehirden sınır dışı edilir ve Trieste’ye dönerler. Joyce orada Artifoni’nin okulunda öğretmenliğe devam edip bir yandan da Wilde veya Yeats gibi İrlandalı yazarları İtalyanca’ya çevirerek geçimini sağlar. Joyce’un iki çocuğu Lucia ve Giorgio’nun da dünyaya geldiği bu on senelik süreç, yazarının hayatının nispeten silik yılları olarak anılmaktadır.

1909’da Joyce tekrardan Dublin’e gider, İrlanda’nın ilk sinemasını kurmak ve babasına yardım etmek, ama en önemlisi de, kısa hikayeler koleksiyonu Dublinliler’i bastırabilmek için. Ne yazık ki, bu da kolay olmaz ve tamı tamına beş yıl boyunca bir koleksiyonu bastırabilmek uğraşması gerekir. Hatta artık bıkan yayıncılar ellerindeki tüm Joyce nüshalarını yakmaya bile kalkarlar. Ama şansı 1914’te geri dönecektir: Dublinliler, 22 kere red cevabıyla karşılaştıktan sonra sonunda basılarak eleştirmen ve okurlar tarafından fazlasıyla beğenilecek ve Joyce’un Zürih’te tanıştığı ünlü Amerikan şair Ezra Pound’ın yoğun katkılarıyla Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi de tefrika edilmeye başlanır. Bunu çok geçmeden Ulysses’in “The Little Review” dergisindeki tefrikası izleyecektir.

Tüm modern edebiyat anlayışının putlarını yıkarak sayısız postmodernist akıma öncülük etmiş 20.yüzyılın anıt eseri Ulysses hakkında duraksayıp biraz konuşmakta fayda var. Bu bin sayfaya yakın devasa roman, yukarıda da kabaca söz ettiğim gibi, Leopold Bloom isimli basit bir adamın basit bir günü hakkında. Bu “basitlik” anlayışı da, romanın edebiyat dışına taşarak yıktığı sosyal putların başında gelmekte aslında. Çünkü, her ne kadar romanın karakteri her gün sokakta gördüğümüz binlerce surattan farksız ve romanın geçtiği 16 Haziran günü de yaşadığımız sayısız günden kağıt üzerinde farksız olsalar da Joyce farkındadır ki, sokaklarda oradan oraya karınca misali koşturan ve bilinçaltımızın karanlığında yok olmaya yüz tutmuş sayısız surat nice destanların kahramanıdır, yaşamın her saniyesi nice epik sahnelere bedeldir. Yazarın bu gerçekleri okurunun yüzüne vuruşu ise tam anlamıyla şok edicidir, çünkü Ulysses; kelime bulmacaları, sayfalarca süren cümleleri, yeni icat edilmiş kelimeleri, en absürt yerlerde girerek sayfalarca devam eden bilinç akışı seanslarıyla fazlasıyla zor bir kitaptır. Joyce asla okuyucusunun elinden tutmaz, tam tersine onu bu yabancı dünyanın içine iter ve onu benzersiz bir mücadeleye zorlar. Peki neden? Joyce bu düşüncelerini neden felsefe dalında oldukça akademik bir şekilde anlatıp kendisinden sonra gelecek Satre ve Camus gibi filozoflara ön ayak olmaktansa oldukça zorlayıcı edebi eserler vererek sanatı tercih eder? James Joyce için sanat neden vardır?

Yazar bunu, son iki romanı Ulysses ve Finnegans Wake’e nazaran çok daha modernist bir roman olan Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’nde bir diyalog aracılığıyla açıklar. Joyce burada, hayatı boyunca görüşlerinden fazlasıyla yararlandığı filozof Thomas Aquinas’ın iki kavramını kullanır. İlki “Integritas”, yani “Bütünlük”tür. Aquinas’a -ve dolayısıyla da Joyce’a- göre bir sanatçı, sanat ürünü ortaya koyarken öznesinin kimliğinin bütünüyle farkındadır: yıldızlı bir gece olabilir bu, veya bir ayçiçeği vazosu, belki de Dublinli bir adamın bir günü. Biz günlük yaşantımızda kendimizi soyutlayarak çevremizi detaylı bir şekilde incelemeyiz, bunu bizim için sanat yapar. Elbette bir insanın yolda geçen rastgele bir insanın bilincini bin sayfaya dökülecek kadar sorgulaması mümkün değildir, Joyce bunu bizim için Ulysses’ta yapmış, günlük hayata bakmamız için önümüze koyduğu yeni bir mercek ile insan olmanın anlamını bize sunmuştur. Peki neden böylesine karmaşık yollar tercih etmiştir?

Burada da ikinci kavram devreye girer: “Claritas”, yani “Açıklık”. Aquinas, burada da sanatçının, hayat ve varoluşun karanlık ve unutulmuş taraflarına ışık tutmasını, açıklık getirmesini savunur. Joyce da, bir paradoks halinde olsa da, aslında tam bunu yapar, özellikle Ulysses ve Finnegans Wake insan olmanın anlamını o kadar doğru ve açık bir şekilde gösterir ki, sonuç olarak elimizdeki eserler aşırı derecede karmaşıklardır. Joyce’a göre de olması gereken budur, çünkü bir sanat eserinin amacı insanların doğal körlüklerini yenerek onların gözlerini hayata açmak ve görmelerini sağlamak olmalıdır. Satre’nin “Dünyanın Absürtlüğü” olarak adlandırdığı bu karmaşıklık hali varoluşun ta kendisidir. Ama Joyce, Satre’nin aksine bu karmaşıklıktan korkmaz, onla savaşmayı tercih eder. Sanat işte bu yüzden bize lazımdır. Ulysses de bu gerçeği en şok edici ve bir o kadar da büyüleyici şekilde ilan eden bir varoluş manifestosu görevi görür.

Ulysses -her ne kadar küçük bir çocuğun kitaptaki bir mastürbasyon sahnesine denk gelmesiyle roman Amerika’da yasaklansa ve 1933’ün sonlarına kadar, Yargıç John M. Woolsey’in “Bana öyle geliyor ki, Joyce, şaşırtıcı bir başarıyla, sürekli olarak değişen kaleidoskopik bilinç ekranında, hem de pek derinlerdeki (bilinçaltı) malzemeyi yansıtabilmiştir.” tespitiyle verdiği aklama kararına kadar da öyle kalsa bile- dünya çapında devasa bir başarı yakalar ve Joyce’un ismini edebi çevrelerde yaşayan en başarılı avangart sanatçılardan biri olarak duyurur. Nora ve iki çocuğuyla birlikte Paris’te refah içinde yaşayan ve bir yandan da yeni romanı Finnegans Wake üzerine çalışan Joyce, kimi rivayetlere göre kendisine yaşamının sonuna kadar toplam yirmi civarı göz ameliyatına mal olacak görme sorunlarıyla karşılaşması ve bu nedenle de çoğunlukla o ünlü göz bandını takmaya başlamasına rağmen oldukça mutludur. İsviçre’ye kendi göz tedavileri için sık sık giden Joyce, orada dönemin en ünlü psikanalistlerinden biri olan Carl Jung ile tanışır. Ancak Lucia Joyce’u analiz eden Jung, kıza şizofren teşhisi koyar ve tedaviye yatırır. Jung sonradan Ulysses’i okuduğunda James’in de şizofren olduğu sonucuna varacak ama durumu “Baba kız ikisi de nehrin dibine doğru gidiyorlar, ama eğer James dalıyorsa, Lucia batıyor.” diye ifade edecektir.

Kızının hastaneye yatırılmasıyla iyice gerginleşen ve babası gibi hayatı boyunca sürdürdüğü alkol alışkanlığı nükseden Joyce, bu dönemde tek kaçışı son romanı Finnegans Wake üzerine çalışmakta bulur. Kitap tartışmasız Joyce’un en karmaşık eseri olmakla beraber, günümüzde çoğu kişi tarafından da “okunması imkansız” olarak nitelendirilmektedir. Haklılar mıdır, değiller midir, tartışabilmek için bu devasa romanı biraz inceleyelim.

Finnegans Wake’in, Joyce’un bilinç ve dil üzerine deneylerinin zirve noktasını oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Romanla -eğer buna roman denilebilirse- ilgili ilk göze çarpan şey, yazarın tercih ettiği dil kullanımıdır ki bu dil modern İngilizceden fazlasıyla uzaktır. Ünlü yazar Stefan Zweig’ın bu konuda bir anısı vardır. Zweig’ın kitabında anlattığına göre iki yazar, Joyce’un Finnegans Wake’i yazdığı dönemlerde Paris’te karşılaşmış ve çok geniş çaplı olmasa da bu roman üzerine konuşmuşlardır. Konuşmalarında, Joyce, Zweig’a sömürgeci İngilizlerin dilinden bağımsız yepyeni, tüm dillerden üstün, her şeye yetecek ütopik bir dil tasarlamak istediğini açıkça belirtmiştir. Joyce’un bu ütopik derecede milliyetçi hayalinin ise, Finnegans Wake’in kimi zaman okunduğu gibi yazılmış, kimi zaman Türkçe de dahil olmak üzere elli farklı dilden alınıp “portmanto” usulü birleştirilmiş, kimi zaman yakın okunuşlarına yuvarlanmış ve fazlasıyla göz korkutan kelimelerden oluşan, kendisinin “Dilin Babil Kulesi” diye adlandırdığı diliyle gerçek olduğunu söylemek çok da zor değil. Bir kelimenin birçok anlama gelebildiği, okuyucusunu başı sonu belirsiz bir girdaba sokan bu “roman” aslında, her ne kadar Joyce’un alaycı bir şekilde açıkladığı gibi “apaçık bir dil, kurala uygun bir dil bilgisi ve dümdüz bir kurgu ile mantıklı bir şekilde irdelenemeyecek” olsa da, aynı zamanda Adem’i, Nuh’u, III.Richard’ı, Napoleon’u ve İrlandalı milliyetçi Charles Parnell’i temsil eden Tim Finnegan isimli bir adamın merdivenden düşerek ölmesi ve birisi suratına viski boşaltırken tekrardan dünyaya gelmesini döngüsel bir yapıda anlatan, insanoğlunun düşüşü üzerine alegorik çıkarımlarda bulunan bir hikayeye de sahip. Ama basitçe anlatmak gerekirse, bu bir rüya kitabı. Nerede başlayıp nerde bittiği belli olmayan, herhangi bir mantıksal çizelgeyi izlemeyen, karakterlerin mantık sınırlarını aşarak durmadan kişilik ve form değiştirdiği bir rüya; ve belki de insan bilincinin en gerçekçi portresi, realist romanın üst sınırı. Üzerine hala sayısız makaleler, kitaplar, rehberler yazılıyor, hakkında konferanslar veriliyor ve işin ince tarafı, Joyce’un bu yapıtını bir yüzyıldır anlamaya çalışan bu topluluk, bu yolda aslında adım adım kendini keşfediyor, kendini anlıyor. İşte açıkçası, bu tek kelimeyle büyüleyici bir şey.

Ancak Finnegans Wake ne yazık ki, Joyce’un, Zürih’te girdiği ülser ameliyatı çıkışında komaya girerek iki gün sonra hayatını kaybetmesiyle son romanı olur.Yazar, Zürih Hayvanat Bahçesi’nin yanındaki Fluntern Mezarlığı’na gömülür. O sıralar İsviçre’de iki tane İrlandalı diplomat bulunsa da, ikisi de Joyce’un cenazesine katılmayı reddeder. İrlanda hükümeti sonrasında Nora’nın, James’ten arta kalanların gönderilmesi isteğini de reddedecek ve oldukça uzun bir süre boyunca belki de kendi topraklarından çıkardıkları en büyük yazarı inkar edecektir.

Bir rivayete göre, Joyce’un ölmeden önceki son sözü “Kimse anlamıyor mu?” olmuştur. Belki de yazarın kişiliği ve eserlerinin en başarılı özeti de budur. Günümüzde onun eserlerini milyonlar okumakta, ve belki de her okuyanla birlikte o karman çorman kelimeler farklı anlamlar kazanmakta; üzerine yapılan her irdeleme, incelenen her cümlesinde bulunan ayrı gizler, Joyce’un büyüsü devam ettirmekte. Bir yüzyıl sonra bile. Bu sonu olmayan bir hazine avı, sayfaların sonuna kadar olduğu kadar, bilincimizin ve kalbimizin derinliklerine, hayal gücü ve gerçeğin kesiştiği, tüm aşkın, gözyaşının ve heyecanın filizlendiği, “insan olma”nın o farkındalığını taşıdığımız sihirli yere kadar: Dünyamızın ta kendisine. Oraya ulaşabilmek, tüm bu sihri görebilmekte yatıyor belki de tüm kötülüklerin tedavisi. O zaman hep birlikte seslenelim:

“Kimse anlamıyor mu?”