Eğitim, bir üniversiteden mezun olmak ne kadar da büyük öneme sahiptir, ama bazı insanlar bu ayrıcalıktan yararlanamazlar. O zaman elleriyle çalışmak zorunda kalırlar, zanaatları vardır bu kişilerin ve hayatlarımızı ellerinin emeğiyle doldururlar, eşsizdir yaşantılarımızda, bu ürünler, biz fark etmesek de çünkü daha eksikliğini duymadan bizimdir onlar. Ancak bir sorun olduğunda, artık yeterince üretken olamadıklarında, sistemin desteğine ihtiyaç duyduklarında, sistem için ve sistemin içinde çalışmışlardır ya bunca yıl, ne olur o zaman? “Ben, Daniel Blake”, orijinal adıyla “I, Daniel Blake” filmi işte bu soruyu soruyor ve cevaplıyor, hayal edilebilecek en müthiş şekilde.

İngiliz yönetmen Ken Loach’un 2016 ‘da çektiği film, aynı yıl Cannes Film Festivali’nde izleyicilerle buluştu ve Altın Palmiye’yi kazandı. 2017’de de BAFTA En İyi İngiliz Filmi Ödülü’nü kazandı. Ken Loach bu filmle ikinci kez Altın Palmiye’ye kavuşmuştu, 2006 yapımı “Özgürlük Rüzgarı”, ”The Wind That Shakes The Barley” filmiyle de bu ödül onun olmuştu ve böylece iki kez Altın Palmiye kazanan dokuzuncu yönetmendi. Loach’un filmleri evsizliği, yaşamlarını yalnızca el emekleriyle kazanabilen insanların sistemle sorunlarını, gelişmiş ülkeler dahi olsa ülkelerin sosyal düzeninin eksiklerini bizlere düşündürmesiyle ünlü. “Ben, Daniel Blake” filminde Dave Johns, Daniel Blake rolüyle karşımızda, Hayley Squires da filmin diğer başrol oyuncusu, Katie adlı bir küçük erkek ve kız çocuğuna sahip bekar anneyi canlandırıyor.

Daniel Blake yalnız yaşayan, yetenekli bir marangoz. Geçirdiği ciddi bir kalp krizinden dolayı ne yazık ki artık çalışamıyor. Doktoru çalışmasını kesinlikle yasaklıyor, ancak hayatını devam ettirebilmek için paraya ihtiyacı var tabii ki. O zaman sosyal refah sistemine başvuruyor, onlar da bir sürü doküman talep ediyor. Ancak Daniel yaşlı bir adam, doğru dürüst hazırlayamıyor istenenleri. Bu arada Katie’yle tanışıyor, sistemin desteğine ihtiyacı olan ve Londra’nın istemediği bir kadın. New Castle’a gönderilmiş bir evsiz. Evet, çocuklarıyla yaşaması için bir ev verir ona sistem, her tarafı dökülen, Katie ödeyemediği için elektriği olmayan bir ev. Daniel elinden geldiğince yardım eder ona, Katie kendine uygun bir iş arar ancak bir türlü bulamaz. Yiyecek veren bir yardım kuruluşuna giderler, orada baygınlık geçirecek duruma gelir Katie. Bir gün bir teklif alır, yoksul ve güzel bir kadın olmanın kaçınılmaz sonucu, Victor Hugo’nun “Sefiller” romanında dediği gibi, ”yoksul olmak kadınlar için daha zordur, çünkü etlerini satmak zorunda kalırlar.” Ancak bu sistem içerisinde, aynı durumun erkekler için de söz konusu olduğunu unutmamalıyız, tıpkı Andres Techine’nin “Beni Öpme” filminde aktör olmak için Paris’e giden bir gencin sonunda etini satmaktan başka çare bulamaması gibi.

Daniel, korkunç bir çaresizlik içindedir, bir gün sprey boyayla duvara “Ben, Daniel Blake, açlıktan ölmeden önce başvuru tarihimi talep ediyorum,” diye yazar. İş aradığını ispat etmek zorunda Daniel, ancak robot görünümlü memurları memnun etmek neredeyse imkansız. Sosyal refah sistemi insanların değil de sistemin yararına maalesef ve insanlara Daniel’in mektubunda da yazdığı gibi “köpek” muamelesi yapıyorlar. Asla tembellik yapmamış, vergilerini düzenli ödemiş, elinden geldiğince iyi bir vatandaş olmaya çalışmış bir insan var karşımızda. Daniel çevresi için de mükemmel bir örnek. Bu “örnek” insanlar erkenden yıpranıp yok olup gidiyorlar, “Babamı Kim Öldürdü” kitabında içimize yer ettiğince. Vurucu, bir o kadar da samimi anlatımıyla benliklerde unutulmaz bir yer edinen Edouard Louis’nin romanı sosyal çarklarda nasıl unufak olunduğunu, çarkların kendisinden başka bir şeye dönüştürdüğü insanları asla umursamadığını ve onlara yaşam değil ölüm verdiğini gözlerimizin önüne en berrak şekilde seriyor. Sevgiyi bile hissedemeyecek duruma gelmiş, hiç genç olmamış, olamamış, varoluş kayasının sivri uçlarıyla hep kanamış ve kanatmış insanlar. “Siyaseti, canlıların, başka canlılar tarafından yönetilmesi ve seçmemiş oldukları bir toplum içinde yaşayan bireylerin varlığı olarak tanımlayacak olursak, demek ki siyaset, korunan, teşvik gören, desteklenen toplulukları, ölüme, işkenceye, cinayete maruz bırakılan topluluklardan ayıran şeydir.” Bu tanımla yazar, sistemin insanları nasıl bir ayrıma tabi tuttuğunu, kollanacak olanların zaten hep ayrıcalıklılar denilebilecek sınıfta bulunduğunu bize tekrar hatırlatıyor. Otobiyografik izler taşıyan romanda, yazarın babasının çalıştığı fabrikada, yaşamının sonraki döneminde bütün hayatını işgal eden “sıkıntı”ya sebep olan, kendisini ciddi şekilde sakat bırakan kaza ve sonrasında yaşadıkları, Daniel Blake’in yaşadıklarından pek de farklı değil, tek fark romanda anlatılan olaylar başka bir gelişmiş Avrupa ülkesinde, Fransa’da geçiyor. Çıkarılan yasalar babanın “içler acısı sağlık durumuna”, kendisini “bu hâle getiren fabrikaya rağmen, devlet tarafından yine işe koşularak” daha da zarar görmesi anlamına geliyor sadece. Kendisine verilen, aslında yine işi yüzünden yapmasına sağlığının elvermediği çok ağır işleri kabul etmek zorunda kalıyor yıllarca, sosyal yardımlar için. “…başkalarının atıklarını toplamak için bütün gün eğilip durdun, harap olmuş beline rağmen. Nicolas Sarkozy ve Martin Hirsch senin belini eziyorlardı.” Siyaset, öldüren bir güç.

Sistemin yalnızca kendini düşündüğünü, insanları, sistemin yararları için oluşturulduğu insanları tamamen hiçe saydığını The Cranberries’in “The Animal Instict”, (Hayvansal İçgüdü) adlı unutulmaz şarkısında da görüyoruz. Şarkıda yeterli maddi imkânı olmayan bir annenin elinden çocuklarının sistem tarafından nasıl alındığı anlatılıyor. İnsani yollarla çözülebilecek meseleler korkunç trajedilere sebep olabiliyor.

İhtiyacımız olan tek şey, sevgi ve paylaşıma dayalı bir sistem, harika gezegenimize bağlı yüreklerinin sesini duyabilen insanlar.