Okuduğumuz bir kitapla nasıl ve neden bağ kurarız? Bir kitap bizi etkilerken diğeri neden iletişime geçmez bizimle? Aynı kitabı bir arkadaşınız coşkuyla anlatırken sizde neden anlam bulmaz o kitap?

Okurluk üzerine birçok soru sorabiliriz.

Herhangi bir kitaba başlarken zihnime üşüşen bu sorular nedeniyle gerilirim. Bir kitapla bağ kuramamak çok korkutur beni. Bunun yanında yazarın anlatım evreninin hakkını verememekten de korkarım.

Bir kitap; zihnen beni bir şeylere zorladığında, duygusal olarak başka dönüşümler sağladığında kısacası heybem zihnen ve ruhen dolduğunda mutlu olurum ben.

Okuduğum kitabı birisiyle konuşabilecek kadar şanslıysam bazen okurken bende yarattığı dönüşümü fark edemesem de konuşurken farkına varabildiğim şeyler daha da anlamlı kılar kitabı benim için. Yıllar geçse de o kitabın bütün karakterlerini ya da olay örgüsünü hatırlamasam da bendeki hissini hiç unutmam. Kitapla hemhal olma arzum hep diridir.

Peki bu okurluk hâli bireyde neyi değiştirir? Neden okuruz ya da neden okumalıyız? Herkes adına verebileceğim bir cevabım yok. Kısacası kitap okumak sizin ne işinize yarar sorusunun cevabı bireyden bireye değişir.

Peki, ben okurluk üzerine neden bu kadar çok konuştum?

Çünkü Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanında yer verdiği “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti,” cümlesini Maja Lunde tarafından kaleme alınan, Ebru Tüzel’in pürüzsüz çevirisi ile okuru kucaklayan, Can Çocuk etiketiyle nisan ayında raflarda yerini alan Kardan Kız Kardeşim ile adeta tecrübe ettim.

Kitapla buluştuğum ilk an çizimlerin canlılığı dikkatimi çekti. Lisa Aisato suluboya tekniği ile karakterlere can vermişti sanki. Kitabı okudukça, resimlerine baktıkça resimlerin güzelliği sayesinde Hedvig ve Julian’ın hayatımdaki herhangi bir insandan farkı kalmamıştı. Onların tecrübesini yanlarındaki bir dostları olarak gözlemliyor, bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyordum.

Hedvig’in Julian’ı yüzerken seyretmesiyle başlayan dostluklarının derinliğini ben de hissediyordum artık.

Kitabın içeriği bir Noel hikâyesi olarak tanımlanabilse de ben bu hikâyede sevgiye, empatiye, özleme, kayıplara ve kavuşmalara tanıklık ettim.

Gelin biraz daha yakından bakalım kitaba.

Noel arifesinde on bir yaşına basmaya hazırlanan Julian’ın hayatı köklü değişikliklere uğramıştır. Birbiriyle keyifli vakit geçiren, Noel arifesinde unutulmaz anılara imza atan bu aile; büyük kızları June’un vefatıyla sessizleşmiştir. Julian’ın tarifiyle sanki ailesi gitmiş, kötü birer klonları gelmiştir. Evde hiçbir hazırlık yoktur. Üstelik hayatındaki değişiklikler ailesi ile sınırlı değildir, yakın arkadaşı John ile de eskisi gibi sohbet etmiyor, kahkahalar atmıyorlardır. John ile bir araya geldiklerinde tıpkı yetişkinlerin sohbet eder gibi yaptıkları ama an’ı geçiştirdikleri gibi hava durumundan söz etmeleri canını sıkıyordu.

Yazarın olay örgüsünde bu tip bir detaya yer vermesi beni gülümsetti doğrusu. Ve evet, düşününce biz yetişkinler sohbetlerimizde hava durumu spikeriymişçesine hava durumuna sık sık yer veriyoruz. Kurtarıcı cümlelerimiz adeta onlar. Sohbet tıkandığı an havanın sıcaklığından, nemin yüksekliğinden, soğuğun ne kadar uzun sürdüğünden dem vurabiliyoruz.

Son zamanlarda okuduğum çocuk kitapları bana bu kitapların yetişkinlikler için yazıldığını düşündürmeye başladı. Sanki yetişkinlere, yetişkinlerin dünyasını anlatabilmek için kaleme alınmışlar hissi ağır basmaya başladı benim için. Büyüdükçe duygularımızı göz ardı etmemiz nedeniyle çocuk kitapları, yarattığı karakterler aracılığıyla bize kendimizi hatırlatmaya çalışıyor sanırım.

Benim gibi hâlâ duygularıyla karar veren biri için ise bu kitap bir yolculuğa dönüştü. Hedvig ve Julian’ın havuzda tohumlanan dostluklarını günbegün takip etmek bazen merak bazen de yorgunluk doğurdu bende. İkisi de hayallerinin peşinde olan iki masum çocuğun etrafındaki kişiler tarafından görülme isteği çoğu zaman boğazımı düğümledi.

Julian, ailesine Noel’in ve hâliyle doğum gününün yaklaştığını hissettirebilecek miydi? Eskisi gibi Advent odası oluşturup şamdanda dört adet mor mum yakılmasını sağlayabilecek miydi? Ailesinin kötü klonlarından kurtulup kendisini ve kardeşi Augusta’yı önemseyen gerçek ailesine kavuşabilecek miydi? Peki Hedvig mükemmel bir paten sürücüsü olmasına rağmen neden yüzemiyordu? Julian iddia ettiği gibi Hedvig’e yüzme öğretmeyi başarabilir miydi gerçekten?

Bir dakika, bir dakika! Hedvig’in evinin etrafında dolanan bu yaşlı adam da kimdi? Elinde neden bu evin anahtarı vardı? Evin bahçesine kadar girip de neden eve girmekten vazgeçiyordu?

Sayfaları çevirdikçe bu sorularımın naif cevapları ile buluşacaksınız.

Ha bir de birbirinden güzel Noel kartları karşılayacak sizi. Şu anda yaygın olmasa da benim çocukluğumda koleksiyon yaptıracak kadar büyüleyici olan Noel kartlarından söz ediyorum. Kimseye göndermediğim ama harçlığımla almaktan kendimi alıkoyamadığım Noel kartları, rengarenk ve simli sımsıcacık Noel kartları…

Yazımın başlarında bir kitap okudum hayatım değişti cümlesini adeta tecrübe ettiğimi söylemiştim. Bu kitap, kendimle ilgili çok önemli bir şeyin de farkına varmamı sağladı. Kitabı okurken olay örgüsü kendi duygularımı da gözden geçirmemi sağladı. Ve ilk defa bir kitap biter bitmez bendeki anlamını keşfettim.

Oğlum Atlas doğalı neredeyse bir yıl olacak ve ben annelikle ilgili duygularımı tanımlayamıyordum. Herkesin annelikle ilgili bir fikri vardı ancak bu fikirlerin hiçbiri bana temas etmiyordu. Huzursuzlukla karışık bir ruh hâline tekabül ediyordu hissettiklerim. Atlas’a dair, yaşadıklarımıza dair anlatabileceğim çok şey vardı ama iş annelik üzerine konuşmaya geldiğinde sessizleşiyordum hatta gerilmeye başlıyordum. Ta ki Kardan Kız Kardeşim’i okuyana kadar.

Her doğum içinde bir veda ve kavuşma barındırır. Atlas’ı doğurduğumda aslında karnımdaki yaşamına veda ediyordum ama ben bu vedayı gerçekleştirememiştim daha doğrusu gerçekleştirememişim. Bunun Kardan Kız Kardeşim’i okurken farkına varabildim. Veda edemediğim için de doğumuyla gelen kavuşmayı bir yere koyamamıştım çünkü ben kavuştuğumu fark edememiştim. Hedvig ve Julian’ın dostlukları ve birbirlerine vedaları, benim içsel olarak yorulduğum bir süreci aydınlatmamı sağladı.

Kitabı bitirdiğimde Hedvig ve Julian’a duyduğum minnetle kalbim sıcacıktı. Maja Lunde, karakterleri için büyülü ve sürprizlerle dolu bir evren yaratırken okurun da bu hikâyeden payını almasını sağlıyordu.

Bu kitabın Norveç’te 250 bin satarak daha önce görülmemiş bir başarıya imza atması da otuz dile çevrilmesi de tesadüfi olamaz. Belki de sinemaya aktarıldığında Atlas’la izlediğimiz ilk film olarak kendi kişisel tarihimize unutulmaz biri anı ekleyebiliriz.

Neden olmasın!