Sinema, varoluş katmanlarına açılan büyülü beyazperde, kelimeler dünyasının ötesine bir yolculuk, bilinen ve bilinmeyen renklerde dalgaların seyrinde. Sesler, içimizin aynalarında yankılanan, anlamını imgeler dünyasında taşıyan, dokunulabilir dünyadan zamansızca ötelerde, yüreğin diliyle. Uçurumlarımıza dek aynalar, içinde kaybolduğumuz görüntüler dünyasında varoluş hüznüne sırlı temaslar, sessizlik ve karanlıkta bilme hüzmeleri. Hüzmeler, hüzünlerle el ele, acılı bir varoluşta saklı insan olma sezgisi günlerin getirdiğiyle. Benliğimizle çıplak karşılaşma, iyilik ve kötülüğün yuvasında, binlerce yıllık sezilerin akışında.
Sinema salonunda izlemek bir filmi olmazsa olmazımızdı bir zamanlar, doksanlı yıllar, yirmili yaşlarım. Beyoğlu’nda sinema salonları, Türk ve dünya sinemalarının büyülü dalgaları kendi yolumuzda kalbimizin rüzgarının sesini duymamıza öncüydü. Atıf Yılmaz, Tunç Başaran, Ömer Kavur, İrfan Tözüm, Zeki Demirkubuz filmleri, Rutkay Aziz, Serap Aksoy, Zuhal Olcay, Haluk Bilginer, Hale Soygazi, Fikret Kuşkan ve daha niceleri. Artık pek azı var olan salonlar, yeni, cicili bicili AVM sinemalarında o havayı yakalayamamanın hüznü evde sinemaya yöneltti çoğumuzu. Yıllar sonra, bir söyleşiye dinleyici olarak katılmanın gerekliliği duygusuyla sinemada derinlikli bir filmin içinde kaybolmanın, filmin kendine ait dünyasında ışıklar yandıktan sonra da yaşamanın, filmin dışındaki dünyanın ışıklı gerçeğine dönmenin şaşkınlığıyla ayağa kalkıp adım atmanın, sancı sürerken bilindik nefesleri almanın tadını bana yaşattı “Karanlık Gece”. Beyazperdeyle büyülenmiş bir boyutta, zamansızlığın sonsuz adımlarında, kendi aynamın uçurumlarından somut dünyaya. Karanlık salonda “Karanlık Gece”yle bir başınalık, eşsiz bir deneyim, kalbimin çırpınışları gözlerimde dalga dalga.
“Karanlık Gece” Özcan Alper’in 2022 yapımı, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü alan filmi. Murat Uyurkulak’a ait senaryo da En İyi Senaryo Ödülü’nü aldı. Oyuncularının inanılmaz başarılı performans gösterdiği filmde Berkay Ateş, Cem Yiğit Üzümoğlu, Pınar Deniz, Taner Birsel ve Sibel Kekilli bizlerle. Filmin anlamına anlam katan, kulağınızdan silinmek bilmeyen müzikler Cansun Küçüktürk’e ait. Antalya’nın İbradı ve Akseki ilçelerinde çekilen film, içeriği gereği doğasıyla da alıp götürüyor bizi, vahşi, efsanevi ama dostça sevecen görüntüsü ve sesleriyle. Açıkçası çok severek okuduğum “Aşıklar Bayramı”nın sinema uyarlamasında yaşadığım bir miktar hayal kırıklığından sonra bir önyargım yok değildi Özcan Alper’e karşı, ama içimdeki sese güvendim, “rüzgar beni götürecek” dedim, rüzgarın beni götürmesine izin verdim yine. “Ya vermeseydim” diyorum şimdi, tükenmez bir büyü buldu beni çünkü.
“Karanlık Gece” ilk sahnesinden itibaren kendi dünyasına alıyor bizi. Bir saz sanatçısı olan İshak’la tanışırız, memleketinden uzaktadır yedi yıldır. Bir keder vardır yüreğinde, bakışlarında, duruşunda hissederiz yarasını. Annesinin rahatsızlığı nedeniyle kasabasına dönmek zorunda kalır, yedi yıllık acısı sırtında, motosikletiyle yabanıl yollardan geçer, yollar varoluş yükünün sarplığındadır, gözlerinde siyah kederi. Geri dönüşlerle acı aralanmaya başlar, arabalara doluşmuş eli sopalı, tüfekli, vahşi bağırışlı adamların görüntüsü bir yanar bir söner, dağ başında karanlıkta çakan ışıklar, genç, gülüşü, bakışları içinizi ısıtan bir genç, oralılara benzemeyen, benzememesi suç olan bir genç, ah Ali. Herkes unutmuştur, kimse unutmamıştır, hep unutulur gibi yapılmıştır. Yara zaten kabuk bağlamamıştır ki, açılır en derininden, kabus olur, Şefik’in annesinin soluklarına karışır, konuşulamayan derin su uçurumlarında yankılanır. Susulan bir suç ortaklığı, çocukluk arkadaşları, hemşerileri, binlerce yıldır orada yaşayıp on binlerce yıldır orada olanların haklarını kanuna rağmen çiğneyenler, Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” ve “İçimizdeki Şeytan”ında dillendirdiği kasaba ikiyüzlülüğü sığlıklarında binlerce yıllık göreneklerin kara yüreğinde nefeslenip “öteki”ne iki soluklanma hakkını çok görenler, güzeli göremedikleri için güzeli gören gözlere düşman kesilenler. İki erkeğin dostça şarkılar mırıldanması da yanlıştır, serin suları paylaşması da kasabalı bir kadının yabancı birine ilgisi de. Ava gidip kahvede soluklanır erkek, dağ başlarında ateşli rakı sofralarında birlikteliğini tazeler, orada olmayan yanlıştır, sürü “yabancı”ya düşmandır, yabancı “Boyalı Kuş”tur, bize has bir linçle yok edilmelidir, Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” karşımızdadır. 1915, 6-7 Eylül, Cumartesi Anneleri, Orta Çağ’da yakılan “büyücüler”. “Moustang” filminde de gördüğümüz eril tahakküm, tahakkümün boyunduruğunda desteğini esirgemeyen kadınlar. Cengiz Aytmatov”un “Beyaz Gemi” kitabındaki müjdeci geyiklerin midede anlam kazanmasını haklı çıkaracak düşüncedeki avcılar ne bilsin neslinin tükendiği söylenen bir güzel hayvanın izini sürmenin heyecanını? Karanlığa sözü geçmeyen ak yürekli dedenin çaresizliğini suların derinlerinde boğarak reddeden “Beyaz Gemi” yolundaki çocuk olmaktır biraz da doğanın yabanıllığını sırf kendisi için sevmek ve sevdiğini belli etmek. Elma ağaçları çiçeklenince çiçeklerin güzelliğiyle kendinden geçmemelidir insan, o yıl çok elma olacağını düşünmelidir. Öyle düşünemez artık Şefik, çoluk çocuk, yedi yıl geçmiş, sakın, aman dese de diğerleri, yüreğinin karanlık ışığı gözlerine görünmüştür bir kere Şefik’in, bütün insanlık aleminde var olan siyah ışık, perdeden bizim gözlerimize yansıyan ışık, duramaz, varlığındaki ak güç rahat bırakmaz onu, bırakmamalıdır da. Ali’nin babasının gözünün önünde yitişi kahreder onu iyice, avuçlarından kayıp gitmiş yitik aşkı da bağrında, doğanın derinlerinde bir arayış, kendini yitirme pahasına.
Gerçekçiliğini bir an yitirmeyen senaryoyu destekleyen unutulmayacak görüntüler gerçek bir başyapıtla karşı karşıya olduğumuzu filmin her karesinde hissettiriyor bize. Yüzlere odaklanan kamera “sinematografi insan yüzüdür” diyen Ingmar Bergman’ın sözünü doğruluyor. Bakışları, yüzleri rollerini nasıl içselleştirdiğini gösteriyor bize oyuncuların. Özellikle Berkay Ateş’in kederinin yansıdığı gözleri gözümün önünden çok uzun süre gitmedi, geceleri uyandırdı beni o keder ve yazımı yazana kadar peşimde dolaştı. Gözleri tek tek dolaştığı obruklar derinliğinde. Kötülüğe sonuna kadar direnç kendi içinde ödüllü bir umut. Şefik’in o geceden önceki ve sonraki ruh halinin yansıması da çok başarılı. “İnsanın gerçek ölümü hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır” der Ingeborg Bachmann “Malina” adlı kitabında. Hepimizde var olan karanlığa bir ayna bu film, vicdanımızın çığlığının yansıması, bize bir hediye, asla unutulmayacak bir şaheser ve bana bu büyüyü yaşattığı için sonsuz minnet duyuyorum sevgili Özcan Alper’e, Berkay Ateş’e ve bütün film ekibine.
1972 yılında İstanbul’da doğdum. Liseden sonra İngilizcemi geliştirme amacıyla bir yıllığına İngiltere’ye gittim. Döndükten sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. Mezun olduktan sonra yurt dışı ve yurt içinde özel sektörde çalıştım. Küçüklüğümden itibaren amatör olarak şiir, deneme, öykü ve roman çalışmalarım oldu. Evli ve iki çocuk annesiyim. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, film izlemeyi, tiyatro, opera ve baleye gitmeyi, müze ve sanat galerilerini ziyaret etmeyi severim.