Selen Gökalp’in ilk kitabı Manu’nun Kalbi, Uçan Kitap aracılığı ile okurlarına ulaştı.

Manu’nun Kalbi; doğada olmayı, bulutları izlemeyi ve hayvanlarla arkadaşlık etmeyi çok seven, kalbinde kendi mucizesini taşıyan, içi sevgiyle dolu yardımsever, küçük bir kız çocuğunun hayatındaki mucizeyi keşfetme hikâyesini anlatıyor.

Gökalp, bu tatlı hikâyeyle çocukları kalbinden gelen sesi dinlemeye ve kendi mucizelerini bulmaya çağırıyor.

Gökalp ile Manu’nun Kalbi’nin oluşum sürecinden, medyasever çocuklardan, ebeveyn tutum ve davranışlarından, yardımseverlikten, sözcüklerin ve hayallerin gücünden konuştuk.

Manu’nun Kalbi bir ilk kitap. Bize kitabınızın oluşum sürecinden bahseder misiniz?

Manu’nun Kalbi kendiliğinden gelen, kendi kendini doğuran bir çalışma oldu. Yazının farklı farklı sokaklarında dolaşıp dururken bir sığınak, bir çıkış yolu gibi iyimser bir kapı oldu benim için. Renkli, yormayan, kucaklayan, samimi ve hep açık bir kapı. Yazıyla kalabilmek, üretebilmek, bu alanda varoluş mücadelesi vermek ilk gençlik yıllarımdan beri süregelen bir uğraş. Biraz da mesleğimle alakalı yaratıcı tarafı dinç tutma dürtüsü, sanırım beni çocuk hikâyeleri sokağına kendiliğinden çıkardı. Elbette oğlum Güney’le açılan yeni pencerelerin motivasyonunu da yok sayamam. Epey zaman önce yazdığım hikâyelerden biriydi Manu’nun Kalbi. Bir yıl önce kadar onu bir yayıncı arkadaşımla paylaştım. Manu, onun dünyasında da sanırım derinde bir yere dokundu. Manu’yla tanıştığı günden sonra, ondan hiç ayrılmak istemedi. Uzun bir çalışma dönemi geçirdik birlikte. Uçan Kitap’ın yayın yönetmeni Şeyma Kara, illüstratörümüz Zeynep Dağgüden ve editörümüz Sanem Karaçam’ın incelikli, özenli ellerinde tam da hayal ettiğimiz gibi bir kitap doğdu elimize.

Manu, iyi yürekli bir çocuk. Yardımsever, hayvansever, bulutsever, insansever.” Manu doğada olmayı, onu izlemeyi, hayvanları çok seven bir çocuk. Bizler bugünün medyasever dünyasında doğasever çocukları nasıl yetiştireceğiz?

Bu konu dışarıdan bir çerçevede izlendiğinde biraz kaotik gibi görünüyor. Ama aslında tam olarak öyle değil. Çocuk, salt kendi başına bir çocuk tam da Manu’nun özellikleriyle sarılı aslında. Her çocuk bir sincabın ağaca tırmanırken iki eli arasında tuttuğu palamuta, onun tombul kıvrımlı kuyruğuna gözleri parlayarak bakar bence. Çünkü bu gerçek bir eğlencedir. Her çocuk, parkta oynarken yanına gelip sokulan kediye şefkat gösterir. Ya da şöyle, bir göle fırlattığı taşın yarattığı hareleri görebilir, buna ilgi gösterebilir. Çocuk, insan böyle bir şeydir çünkü. Özünde bu hayret, bu merak ve bu sevgi filizleri hep vardır. Sanırım buradaki anahtar kelime, bu farkındalığa kıymet veren evlerde, ebeveynlerde, eğitimcilerde işlenmek oluyor. Elbette bu hâlin, bu tohumun ilk filizlendiği yerler yuvalarımız. Yaşadığımız çağda, zamanın gerçeğinden soyutlanmış, uzak tutulmuş, televizyondan, internetten, online oyunlardan kesin çizgilerle ayrılmış bir çocuğun gerçekliğine inanmak bana çok da akla yatkın gelmiyor. Bu gerçeği inkâr etmekten ya da geciktirmekten başka bir şey değil benim nazarımda. Ki bir çocuğu, doğayla, doğada büyüyen canlıyla, ağacın dibinde kendiliğinden biten mantarla, sokakta önüne fırlayan kediyle, gökyüzünde dönen martıyla buluşturmak onun anne demeyi dahi öğrenmediği çok erken bir döneme tekabül eder. Ben özüyle doğru zamanda, doğru iletişim yoluyla tanışan, sevgiyi teni gibi benimseyen hiçbir çocuğu, herhangi medya illüzyonunun kirleteceğine inanmıyorum açıkçası. Ebeveyn gözetimi ve öngörüsüyle çocukların zamanın getirdikleriyle senkronize yaşamaya hakları var.

Arkadaşları Manu’ya isim takmışlar: “Değişik Manu”. Her yaştan çocuk hatta günümüzde sadece çocuklar da değil yetişkinler de akran zorbalığına maruz kalıyorlar. Oysa zorbalık sadece yapan ve yapılanı da ilgilendiren bir sorun değil, sözel ya da fiziksel şiddet eyleminin çocuklukta baş gösteren ilk adımları belki de. Çocuklarımızı ve kendimizi çağın problemi şiddetten nasıl koruyacağız?

İletişimin duvara çarptığı yerde şiddet başlıyor. Konuşamadığında, anlatamadığında, hissettiremediğinde, paylaşamadığında tıpkı bir duvar gibi taşa dönüşüyor insan. Şiddet bütün gücünü buradan alıyor maalesef. Bu yüzden çocukluk, insanlığın kara kutusu. Konuşan, ifade eden, hissine, varlığına kıymet veren çocuklar büyütmeliyiz. Bunu destekleyen mentalde eğitim politikalarıyla yönetilmeli sistemlerimiz. Kendi fikrinin değerli olduğunu bilen bir çocuk, karşısındakini de dinlemeyi öğrenir. Çünkü konuşabilen bir çocuk, anlaşılmayı, anlaşabilmeyi de önemser. Bu yüzden yola çıkarken ve yolun ilk kilometrelerinde doğru insanlar, doğru bir dil ve duygu bütünüyle başlamak bir çocuğun tüm hayatı için çok kıymetli bir denklem. Bu dönemde ruhta oluşan hiçbir boşluğun, hiçbir kırığın tamiri mümkün olamıyor. Bu da bütüne nüfuz ettiğinde, önce evde, sonra okulda, sonra sokakta, ofiste, otobüste bütün bir toplumun tüm kılcal damarlarında atmaya başlıyor. Evde başlayan hayatın, eğitim ve öğretimle evrilme dönemi de çok önemli. Evden ayrılan çocuğun, evden daha fazla zaman geçirdiği okulda öğretmenle, arkadaşla kurduğu iletişimin etkinliği onu sonraki tüm steplerde doğru ya da yanlış birçok algının etrafında döndürüyor. Şöyle ki, arka sırasında oturan arkadaşı su matarasını kırdı diye ağlayan bir öğrenciye; ‘baban sana yenisini alır ağlama bunun için’ diyen bir eğitimcinin olduğu bir sınıfta sağlıklı iletişimden bahsedemezsiniz. Burada sorun tam olarak ne, o matarayı bilinçli olarak düşürüp kıran arka sıradaki öğrenci mi? Kendini tam olarak ifade edemeyen, şiddete maruz kalan öğrenci mi? Yoksa bir çocuğun kırılan kalbine dokunamayan, iki akran arasında doğru bir köprü kuramayan eğitimci mi? Öncelik sıralaması çok net. Zincirin ilk halkası, zorbalığı alışkanlık haline getiren arka sıradaki öğrenci. O öğrenci o sınıfa gelinceye kadar, evden ayrılana kadar geçen zamanda o insani değerlerle sarılmalı. O, bir başkasının eşyasına zarar vermemeyi, saygı duymayı evde öğrenerek gelmeli. Bunun için geç kaldığınızda telafisi mümkün olmuyor. Sonra bu hepimize kocaman bir “geçmiş olsun” olarak geri dönüyor. Çünkü aynı çocuk bir gün kazara öğretmen olma şansını yakaladığında, karşısında ağlayan bir çocuğa sadece ağlıyor diye tahammül edemeyip şiddet gösterebiliyor. En iyi ihtimalle, “Baban sana yenisini alır geç otur yerine,” deyip azarlıyor. Bunu insanın nefes aldığı her mekân, her konumdan ilişkiye taşıyıp değerlendirebilmek mümkün. Konular, yüzler, bedenler, olaylar değişebiliyor. Fakat sonuç asla değişmiyor.

Manu’nun yardımsever bir çocuk olması bizi şaşırtmıyor çünkü Manu’nun annesi sadece pasta alacak parası olmayanlar için pasta yapan bir pastacı. Her çocuk öncelikle ailedeki tutum ve davranışları kopyalayarak öğreniyor, özellikle “tutumlar” gözle görünmediği için aileler çoğu zaman bunun farkında olmuyor. Farkında olmadığı için de çocukta istemediği bir davranış gördüğünde genellikle hatayı kendinde değil, çocukta arıyor. Ne dersiniz?

Aynı fikirdeyim. Çocuklar aynadaki yansımamızdan öte değiller. Bizden, bizim toprağımızdan, suyumuzdan var oldukları gibi; tomurcuklandıkları şekiller, renkler ve kokuları da bizden ayrı değil. Bir yetişkinin eksiği ya da tam tersi bir yetişkin olarak ebeveynin artısı, çocukta günışığına çıkan ve çoğalan bir durum. Çünkü zaman çocuklardan yana daima. Ne alırlarsa onunla beraber zamana katılıyor ve o yönde artıyor ya da azalıyorlar. Onlar sesli ya da sessiz harflerimizle, ses tonumuzla, duruşumuz ve bir göz kırpışımızla, bir şeye tepkisiz kalışımız veya direnç gösterişimizle topyekûn bizle insanlığa katılıyorlar. Çocukta hoşuna gitmeyen şeyi gördüğünü kabul edememe, yok sayma ve zaman zaman öfkeye sarılma biz yetişkinlerin düştüğü karanlık bir kuyu. Uzlaşmak gerek, elbette evvela kendinle. Ürettiğin ve kendinle donattığın o kitabın kapağını her açtığında memnuniyetle okuyabilmek için doğru kelimeleri işlemek gerek. Düştüğün hatadan geriye dönebilmek, onarabilmek vakit geçmeden, aynı göz hizasına inip dokunabilmek, onunla beraber devam ettiğini hissettirmek olmalı esas mesele.

Manu Şarkılar Ülkesi’nin Kraliçesi’ne mektuplar yazıyor. Gelişen teknoloji hızlanan dünyanın günümüz çocukları mektup yazmıyor, daha doğrusu yazsalar da bunu elektronik olarak gönderiyorlar dijital harflerle. Bunda problem yok, el yazısının yerini tutmasa da bir bakıma çağın gereği fakat sözcüklerin kısaltılarak kullanımı işte bu gerçekten üzücü. Oysa sözcükler önemlidir, değil mi?

Sözcükler bu âlemin en büyük icadı, insanlığınsa sahip olduğu en büyük servet. Eğer içinizden yükselen, içinizde yoğrulmuş, bilginize, fikrinize, duygularınıza hizmet eden kelimeleriniz varsa dünyadaki birçok insandan daha zenginsinizdir. Çünkü varlığınızı, şeklinizi manaya taşıyan bir sihirli değneğe sahipsinizdir. Ben önemsiyorum açıkçası. Kâğıda olmasa dahi dijital bir sayfaya da yazıyor olmayı önemsiyorum. Bana çok değerli geliyor. Mesela bundan yirmi beş yıl öncesinde evet mektuplaşıyorduk. Kart atıyorduk sevdiklerimize bu bir iletişim, bu bir dokunma biçimiydi insanlar arasında. Ama şimdi de başka bir şekilde dokunuyoruz. Zamana uyuyoruz. Minik minik grafikler türedi hayatımızda. Bazen on cümle yazsan yaratamayacağın etkiyi, bir ağaç filizi emojisiyle yaratabiliyorsun. Eskiden saatlerce kasetler kaydederdik, paylaşırdık sevdiklerimizle hatırlarsınız, bu çok incelikli bir dokunuştu. Şimdi de linkler var. Ben telefonumun ekranında beliren o şarkı linkiyle de inanılmaz heyecanlanabiliyorum. Twitter’ı düşünün. Evet baktığınızda bir gayya kuyusuna dönüşebiliyor niteliksiz insanların elinde. Ama öteki tarafta orada konuşan, ifade eden, salt yazıyla ilerleyen de bir akış var. Yazıyor olmak, bir varoluş biçimi olarak yazıyı seçmek bana her zaman çok kıymetli geliyor. Kelimelerin kısaltılması konusu ise çok hassas olduğum konulardan biri. Hatta bazen yadırganan da bir özelliğim çevrem tarafından. Ben bu tarafa hiç geçemedim. Hayatımda hiç kimseye “tşk” yazarak teşekkür etmeyi hiç düşünmedim mesela. Bana ayıp geliyor. Tamam’ları seviyorum hâlâ, ‘ok’ dâhil olmak üzere; kısa keserek, kelimeleri tıraşlayarak konuşmayı hiç tercih etmedim. Dil o kadar bıçak sırtı bir konu ki dilinizin sihrini yitirirseniz bütün hikâyeniz bitebilir. Bu yüzden çocuklarımızın kalbini daha çok, daha yaratıcı, daha ümit verici hikâyelerle çalmalıyız.

Manu hayallerinin peşinden gidiyor, kalbinin sesini, müziğini dinliyor ve arzusuna kavuşuyor. Her şey önce hayal etmek ve inanmak ile mi başlıyor?

Hayal edebildiğimiz müddetçe yaşadığımıza inancım tam. Nefes almak değil tabii, gerçekten yaşayabilme halinden bahsediyorum. Eğer bir hayaliniz varsa, bu sizi diri tutar. Eğer hayalinizi gerçekleştirmek için bir çabanız, bir gayretiniz varsa bu sizi inançla sarar. Evet, bu her şeyin başladığı ve aslında gerçek olduğu yerdir.

Çocuk kitaplarında hikâyenin içeriği kadar görseller de önemli. Ben Manu’nun çizimlerini çok sevdim. Zeynep Dağgüden kapak tasarımından, renklere keyifli bir görsel ortaya çıkarmış. Sizin de çizim ile uğraştığınızı biliyorum, bir gün kendi kitabınızı resimlemeyi düşünüyor musunuz?

Evet, gerçekten illüstratörümüz Zeynep Dağgüden muazzam bir iş çıkardı. Hikâyenin bütününü çok daha umutlu bir atmosfere taşıdı. Apayrı bir ışık getirdi Manu’nun Kalbi’ne. Bu benim gibi, sokağa henüz çıkan bir yazar için bulunmaz bir şanstı. İşini çok seven ve kıymet veren insanlarla çalıştım. Benim çizerlik tarafıma gelince, çok sevdiğim ve özgür olduğum bir alan. Oyun alanım gibi diyebilirim. Küçük bir tasarım atölyem var. Son yedi yıldır sürdürdüğüm bir iş. Orada ürünler tasarlarken yaratıcı fikirleri desteklemek için kullandığım başka bir dil aslında çizgiler. Çizerlikte çok çok kalifiye görmüyorum açıkçası kendimi. Kendi kitabımı çizecek olgunluğa geldiğimde elbette çok isterim. Bu, beni çok mutlu eder.

Sizin çocukken okumaktan en çok zevk aldığınız çocuk kitabı hangisiydi? Bu kitapta en çok neyi sevmiştiniz? Çocuk kitapları okumaya devam ediyor musunuz?

Bunu şimdi siz sorunca düşündüm ilk kez. Gözümün önüne gelen ilk imaj: Çocuk Kalbi. Çocuk Kalbi, benim ilkokul üçüncü sınıfta kalbimi çalan ve sonrasında da yerini kimseye bırakmayan bir çocuk kitabıdır. O zamanlar ismini asla telaffuz edemediğim bir yazarı ve sınıfta okuyup bitirenlerin damağında kalan bir tadı vardı. Edmondo De Amicis’in Çocuk Kalbi, belki bugün benim Manu’nun Kalbi’yle ona teşekkür edişimdir. Kalbimi bir kuş tüyü kadar hafiflettiği için. Enrico’nun günlüğünde yazanlardı kitabın tamamı. Orada yaşayan karakterler ve elbette başkahraman Enrico’nun kucaklayan, sorgulamayan, incitmeyen kalbiydi sanırım beni en çok saran. O yaşlarda okulda hem çok kalabalık hem de biraz yalnızsınızdır ya, Enrico benim elimden tutan bir çocuktu o dönem. Çok güzeldi. Çocuk kitapları okumaya devam ediyorum. Bu aslında oğlumla birlikte hayatımın bir parçası, rutini oldu. Bana kalırsa iyi bir dille, yaratıcı bir gözle, samimi bir kalple yazılmış bir çocuk kitabının biz yetişkinlere söylediği çok şey var. Orada çok temiz ve derin akan bir nehir var. Bir durup bakmak, o sesi işitmek, kokusunu almak o kadar kıymetli ki. Çocuk kitaplarının da tıpkı çocuklar gibi dünyaya anlattıkları çok şey var. Bir gün bir yerde her yetişkinin bu nehre dalmasını dilerim.