Ayşegül ile Arsız Sanat aracılığıyla ilk olarak görüştüm. Sıcacık bir sesle karşıladı beni. Yabancı biriyle görüşüyormuşum hissinden hızlıca uzaklaşmış hatta konuşmamızın ilerleyen sürecinde sohbetimiz yazılarımız üzerine değil de evdeki canlarımız üzerine bir konuşmaya dönüşmüştü. Zaman zaman da konuşmalarımızı sürdürdük. Ve bir gün Ayşegül kitabının çıkacağını müjdeledi. Kitabıyla buluştuğumda aynı gün kitabı bitirdim. Hikâyelerin özneleri olan kadınlar beni bir hayli düşündürdü. Yanı başımızda nice yaşama ayna tutmuştu Ayşegül.
Pandemi sürecinden önce yüz yüze bir söyleşiyi hayal etmiştik ancak belli ki bu süreç uzayacak o halde bir an önce gerçekleştirelim dedik. Ben söyleşi öncesinde göz gezdiririm diye elime aldığım kitabı yeniden baştan sona keyifle okudum. Kitabı okurken adeta dinlendim. Çünkü Ayşegül bizim sesimiz oluyordu. Son zamanlarda bir kadın olarak hissettiğim güvensizlik, umutsuzluk hislerime merhem olmuş ve bana göz kırpıyordu kelimeleriyle.
Sevgili Ayşegül, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü mezunusun. Tiyatro, dizi ve reklam oyunculuğunun ardından yönetmenliği de tecrübe ettiğini biliyorum. Peki yazarlık sürecin ne zaman ve nasıl başladı?
Öncelikle, kitabıma gösterdiğiniz ilgi ve bu röportaj için çok teşekkür ederim. Evet oyunculuk ve kısa film yönetmenliği yaptım. Bitirme projem olan ‘’Üç’’ adlı kısa filmim, İF İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, İTÜ Kısa Film Festivali ve Siirt Barosu Kısa Film Festivali’nde gösterildi. Siirt’den jüri özel ödülü aldı. Sonrasında kısa film senaryoları yazmaya devam ettim. Malum, öğrencilik sonrası kısa film çekmek oldukça zor. Sektörün de benim doğama çok aykırı olduğunu fark edince yazmaya daha çok ağırlık verdim. Bir süre editörlük yaptım. Haksız yere ve tazminatsız işten çıkarıldıktan sonra, mahkeme sürecini beklerken o sıkıntılı zamanlarda öykü yazmaya başladım. Bazı kısa film senaryosu fikirlerimi öykü olarak yeniden düzenledim. Daha sonra, British Council ve İstanbul Edebiyat Festivali’nin ‘’keşfet-yeni metinler’’ projesinin açık çağrısına ‘’Yasemin’’ adlı öykümü gönderdim. Türkiye’den, aynı zamanda jüride olan Yekta Kopan ve Seray Şahiner’in öyküleri yanında ‘’Yasemin’’ de birinci seçilerek yayınlanma hakkı elde etti. Bu ödülle beraber Kalem Ajans ve Nermin Mollaoğlu ile tanışma fırsatı buldum ve birlikte çalışma kararı aldık. Hazırda öykülerim vardı, onları tekrar gözden geçirdim. Aklımdaki ve notlarımdaki diğer öyküleri de yazdıktan sonra Nermin Hanım ile yayıncı arayışımız başladı. 2019 yılında The Kitap Yayınları kitabı basmayı kabul etti ve Ali Atıf Bir ile imzaları attık.
İlk kitabını tebrik ediyorum. “Görülmeyen Hikâyeler” ocak ayında okurlarıyla buluştu. Okuru bol olsun. Kitabın oluşma süreci hakkında bize bilgi verebilir misin? Kaç aylık/ yıllık bir çalışmanın ürünü hikâyeler ile buluştuk biz?
Çok teşekkür ederim. Aslında, önceki soruya verdiğim cevabımda biraz anlatmış oldum. Kitabın oluşma sürecinde, önceleri farkında olmayarak sonrasında da sanıyorum yaşla birlikte gelen farkındalıkla, uzun yılların gözlemi ve çalışması var diyebilirim. Aklımda dönen bu hikâyeleri kağıda dökmem ve kitabı elime almam ise iki yıllık bir çalışmanın ürünü.
Kitabın arka kapağında kimleri anlattığını çarpıcı bir şekilde belirtmişsin: “Hepsini tanıyoruz. Hepsi annemiz, kardeşimiz, kuzenimiz, arkadaşımız, dostumuz, komşumuz… Hepsi biz. Ruhları, bedenleri, hissiyatları ve varlıkları görmezden gelinen, hikâyeleri halının altına süpürülmüş kadınlar… Şimdi bahar temizliği zamanı.”
Bu kadınları neden anlatma ihtiyacı hissettin?
İyi bir gözlemci olduğumu düşünüyorum. Çocukken de böyleydim. Üstüne bir de hafızam çok iyi. Gördüğüm kişileri, onların özelliklerini, çevreyi, yaşanılan olayları kolay kolay unutmuyorum. Bunlar karşısında da duyarsızlık gösteremiyorum. Böyle bir durum, genellikle insanlara yük olabilir ama yaratıcı biriyseniz bu bir yük değil, zenginlik oluyor. Bu zenginliği paylaşma ihtiyacı hissediyorum. Bu bir alışveriş meselesi. Bakış açılarımızı paylaştıkça daha da geliştiğimizi düşünüyorum. Kitapla ilgili aldığım yorumlarda da okuyucular genelde, ne kadar çok şeyi gözden kaçırdıklarından, hiç bu açıdan bakmadıklarından, benzer şeyler yaşadıklarından ve bunları tekrar hatırlama fırsatı bulduklarından bahsediyorlar. Ayrıca bir süredir, toplumdaki gelenek ve görenek mevzularına kafayı takmış durumdayım. Ayıplar, günahlar, yasaklar… Dillerden düşmeyen, köklenmiş cinsiyetçi ve baskıcı cümleler, şu bizim meşhur el âlem, cehaleti yüceleştiren ve vicdansız bir toplumu normalleştiren durumlar karşısında elimden gelen en iyi şeyin yazmak olduğunu düşündüm. Daha açık anlatmak gerekirse Panait Istrati’nin “Sokak Kızı” romanından bir örnek vermek istiyorum: “Ne zaman ki bütün insanlığın derdiyle dertlenirsek, kendi olanaklarımıza göre bunu ifade edersek ve bencilliğimizin sebep olduğu kötülüklerle savaşırsak, ancak o zaman insan ve sanatçı olmaya başlarız: Sanat, bizim kusurlarımıza karşı açılmış bir savaştır.”
Olay örgüsünde “babaanne” ile güçlü bir ilişki görüyoruz. Neden anne ya da baba değil de bir üst kuşakla ilişkiyi yansıtmayı tercih ettin?
Ben, babaannemle büyüdüm. Annem ve babam da aynı evdelerdi ama onlar çalıştıkları için en çok babaannemle zaman geçiriyordum. Anne ve babalar, işleriyle, maddi kaygılarla ve çocukların eğitim hayatıyla daha fazla meşgul oluyorlardı. En azından o dönem için, yani 90’larda böyleydi. Bu kaygıları çoktan bir kenara bırakmış bir üst kuşakla da daha eğlenceli ve farklı deneyimler yaşamak kalıyordu geriye. Babaannemle de çok şey yaşadık, çok anı paylaştık, çok konuştuk. Onun yeri bende ayrı. Çok zorlu ve acılı bir hayatı olmuş. Sık sık bir şeyler anlatırdı, ben de meraklı bir çocuk olarak ona sorular sorup daha da anlattırırdım. O zamanlar bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyordum ama zamanla yaşanan şeylerin gerçekliği ve sertliği kafama dank etti. Fakat o zaman da artık babaannem yoktu.
Çocuklar büyürken, bir üst kuşak da gitgide çocuklaşıyorlar. Ve sanki öyle bir zaman geliyor ki, yaşıt oluyorlar. Biz babaannemle böyle bir dönemi yakaladık. En derin anılarımın oluştuğu hemen hemen her noktada babaannem vardır. Bu ilişki benim için çok önemli. O yüzden öykülerime mutlaka yansıyor. Sizin vasıtanızla da söylemiş olayım, kitaptaki ‘’Ayşe’’ babaannemin öyküsüdür, babaannemin adını taşır.
Bölüm adları “Naciye, Yasemin, Binnaz, Nimet…” gibi kadın isimlerinden oluşuyor. Neden olay örgüleriyle alakalı bir başlık yerine sadece “kadının adı”nı başlık olarak ön plana çıkardın?
Bizim topraklarda, insan doğduğunda ve adı konduğunda ‘’İsmiyle yaşasın.’’ derler. Maalesef ülkemizde pek çok kadın, ismiyle ölüyor, öldürülüyor. Biz o isimleri haberlerde, sosyal medyadaki siyah beyaz fotoğraflarda, gazetenin üçüncü sayfasında bir sütunda görüyoruz. Hiç tanımadığımız kız kardeşlerimizin isimlerini onlar öldükten sonra öğreniyoruz. Bu isimler, birer simge hâline geliyor ve korkunç hikâyelerle hatırlanıyor. Kadının adı, bu nedenle daha da önem kazandı diye düşünüyorum. O görmezden gelinen bütün hikâyeler, o kadınların isimleriyle sembolleşti. Ben de o kadınlara ve tüm kadınlara ithafen, karakterlerimin isimlerini başlık olarak kullandım.
Kadınlarımızın başından geçenlerin yanında Türkiye’nin bir diğer problemi “eşcinsellik” üzerine de iki hikâye okuyoruz. Problem olarak nitelendirmem benim görüşüm değil. Maalesef Türkiye’nin kabullenemediği kimliklerden biri eşcinsellik. Haliyle bu insanlar kendilerini kabul ettirmek için daha gür çıkarmak zorunda kalıyor seslerini. Biz de onların kimliklerinin kabul edilmesi için gereken mücadeleyi vermeliyiz diye düşünüyorum. Sana sormak istediğim şey de aslında yarattığın bu kimlikler üzerine. Kadınlar üzerine oluşturduğun hikâyelerinin arasında neden eşcinselliğe de değindin?
Kadın, erkek, eşcinsel, çocuk, hayvan, doğa… Sistemin hepimiz üzerinde ağır etkisi ve yaşattığı büyük zorluklar, sorunlar var. Fakat son dönemde, kadınlara ve eşcinsellere karşı geliştirilen nefret söylemleri fazlaca arttı. Çok benzer sorunları paylaşıyoruz. ‘’Misafirperver’’ sıfatıyla özdeşleşmiş ve çoğunluğu ‘’hoşgörü’’ sıfatına sahip bir dini benimsemiş olan toplumumuz, maalesef artık bunlardan çok uzak. Görmezden gelmek, zulmetmek, yok saymak, bunların hiçbiri fayda sağlamayacaktır. Lgbti bireyler vardır ve yaşam hakları dâhil, tüm haklarıyla var olmaya devam edeceklerdir.
Bedeni ne olursa olsun, kendini kadın hisseden herkese sonsuz saygı duyuyorum. Bu kitap kadın karakterlerden oluştuğu için, onların da hem başımın üstünde hem de kitabımda yerleri var.
Hikâyelerinden “Yasemin” 2018 yılında British Council ve İTEF İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali’nin ortaklaşa düzenlediği Keşfet-Yeni Metinler Projesi öykü yarışmasında birinci seçildi. Hatta hikâyen İngilizceye çevrilerek Birleşik Krallık sitesinde yayımlandı. Tebrik ediyorum bu başarı için. Bu yarışmaya hazırlık sürecinden ve ödül sürecinden söz eder misin?
Çok teşekkür ederim. Yarışmaya özel olarak hazırlanmadım. Yarışmanın konusu ‘’çeşitlilik’’ti. Ben ‘’Yasemin’’i zaten yazmıştım. Çıkış noktamın aynı olduğu bir konuda böyle bir yarışma çağrısı görünce hiç düşünmeden ‘’Yasemin’’i gönderdim. Aylar sonra, kendimi çok umutsuz ve yalnız hissettiğim bir gün, telefonum çaldı ve şöyle bir ses duydum: “Merhaba ben Yekta Kopan.” Önce, hayranlığımı bildikleri için arkadaşlarımın şaka yaptığını düşündüm ama sonra fark ettim ki bu yarışmaya başvurduğumdan kimsenin haberi yok. Öykümün birinci seçildiği haberini, jüride de olan Yekta Kopan’dan aldım yani. Büyük bir şaşkınlık, büyük bir mutluluk… Telefonu kapattıktan sonra çığlık kıyamet ailemi ve arkadaşlarımı aradım. Kısa bir süre sonra İngiltere Konsolosluğu’nda bir lansman düzenlendi ve ödül duyuruldu. O gün de çok heyecanlıydım. Sesim titreyerek bir konuşma yaptım. Çok sevdiğim iki yazarla, Yekta Kopan ve Seray Şahiner ile tanıştım. Hayatımın en önemli günlerinden biriydi.
Kadınların hayatlarını anlatırken okumuşunu da okumamışını da, şehirlisini de köylüsünü de, kalabalık bir ailede olanını da yalnızını da görüyoruz. Ancak ortak noktada bir “dert”lerini yaşama biçimlerine tanıklık ediyoruz. Bu kadınların gerçekten “derdi” ne sence? Neden onlar görülmüyor?
Bu kadınların derdi, daha önce de bahsettiğim gibi topluma gelenek, görenek, töre ve din adı altında yerleşmiş yanlış söylemler ve bunların uygulanması. Bunlar öyle bir yer etmişler ki, her kesimden insanın ister istemez bilinçaltına işlemiş. İster okumuş, ister okumamış, köylü ya da kentli, kalabalık bir aileye mensup ya da hayatta yalnız hiç fark etmeksizin bu yanlış kalıplar zihinlerimize sızdırılmış. Kırsalda hiç okul görmemiş bir ailede pek çok sorumluluk nasıl ki kadının sırtına yüklenmişse, büyük şehirde yaşayan eğitimli bir ailede de durum aynı. Söylemler nerede olursak olalım değişmiyor. Örneğin, erkek aldattığında ‘’elinin kiridir’’ denirken, kadının aynı durumda ‘’namussuz’’ ilan edilip öldürülmesi gibi. Erkek egemen bu toplumda, yetkinin tamamen erkeğe ama sorumluluğun tamamen kadına yüklenmesi gibi… Kadınlardan sadece bu sorumlulukları sırtlanmaları bekleniyor. Sorunları, yorgunlukları, istekleri, arzuları ve hayalleri çoğunlukla görmezden geliniyor. Sesleri bastırılmak isteniyor, hatta mümkünse hiç konuşmamaları sağlanıyor. Duyulma ihtiyaçları daha çocukluktan başlayarak hayatlarının hiçbir alanında karşılanmazken yasalar ve birtakım sistem erilleri tarafından topluma bu haksızlık her kanaldan pompalanıyor. Çünkü bu, erkeklerin rahatını kaçırıyor. Gücü elinde tutmak ve asla paylaşmak istemeyen, yanlış öğretilerle yetiştirilmiş erkek çoğunluğun, farkındalığa ihtiyacı var. Aslında toplumumuzun tamamının farkındalığa ihtiyacı var. Netice de eski bilginin yanlış olduğunu kabul ederek daha eşitlikçi, daha vicdanlı ve daha bilinçli nesiller yetiştirilmeli. Corona virüsle beraber gördüğümüz gibi, bu sistem artık işe yaramıyor ve işlemiyor. Değişime direnenlerin hâli de ortada.
Kadınların yaşamlarından birer kesit sunuyorsun. Bu hikâyelerin “erkek” ya da “toplum” tarafını anlatmak ister miydin?
Sizin vasıtanızla duyurmuş olayım, ikinci kitap erkek hikâyelerinden oluşuyor; bu sefer öykü karakterleri erkek. Bu toplumsal kalıpların yarattığı sorunlar, erkekler üzerinde de çeşitli travmalar ve baskılar yaratıyor. Onların tarafından da bakmak, zaten ayrımcılığın dibine vurduğumuz şu günlerde, empatiyle hikâyeler oluşturmak çok önemli diye düşünüyorum. Yeni kitaptan birkaç öyküyü örnek olarak Kalem Ajans’tan Nermin Hanım’la paylaştığımda, “Çok güzel erkek sesleri çıkarıyorsun,” dedi. Yazdığım tüm hikâyelerin toplumsal tarafı hep var. Her ne kadar ayırıyormuşum gibi görünse de genel olarak toplumsal meseleler hakkında ses çıkarıyorum.
Ayrıca bu ikinci kitapla, doğup büyüdüğüm semte de bir selam çakıyorum. Bu beni yazmaya başladığımdan beri çok heyecanlandırıyor. Çalışma sürecim devam ediyor. Umarım önümüzdeki yıl raflarda olur.
Bu kadınların görülmeyen hikâyelerini görünür kıldın kelimelerinin gücüyle. Toplumsal mekanizmada elini taşın altına koyanlardansın. Sorunlar daima yanı başımızda dururken yapılabilecekleri de biliyoruz. Bu konuda “İstanbul Sözleşmesi”ni de çok önemli buluyorum. Sence neden bu sözleşme uygulanmalı?
İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli maddelerinden biri, cinayet işleyen veya kadına zarar veren kişinin, gelenek, görenek, töre ve dini inançlara sığınarak ceza indirimi alamaması ve hatta en ağır şekilde cezalandırılmasıdır. Bir insanın yaşam hakkını elinden almanın hiçbir bahanesi olamaz. Ceza indirimleri hatta salıverilmeler, maalesef örnek teşkil ediyor, cesaret veriyor ve bu durumu normalleştiriliyor. Devlet, bu noktada kadına ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapıyor. Sosyal hayatın düzenini geçtim, yalnız insan kalabilmemiz için bile bu sözleşmenin uygulanması şart. Hatta baktığımızda, 2020 senesinde, böyle bir sözleşmeye ihtiyaç duyuyor olmamız ve uygulanması için sesimizi nasıl duyuracağımızı şaşırmamız bile öyle saçma ki. Tartışma konusu bile olmaması gereken şeyler, maalesef gündemimizde, mütemadiyen aklımızda ve kırık kalplerimizde. Önce yaşatmak, sonra şiddetin her türlüsünden kadınları ve çocukları korumak için bu sözleşmenin uygulanmasını dört gözle bekliyorum. Bunun olabilmesi için de elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
Çok teşekkür ederim Ayşegül. Hikâyelerin aracılığıyla bana hissettirdiklerin için, röportaj teklifimizi geri çevirmediğin için ve içtenlikle kelimelerini bizden esirgemediğin için.
Ben de, yaptığınız böyle güzel ve kıymetli bir işin içinde bana da yer verdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Edebiyat öğretmeni olmanın yanında çocukluk hayalinin peşinden emin adımlarla ilerliyor. Kendi platformunu oluşturarak dostlarını bir araya topladı. Dostlarıyla sanatın her alanında üretim yapıyor ve inatla yapmaya devam edecek. Saplantılı edebiyat takipçisi. Kimi zaman Kafka’nın böceğinin peşinde, kimi zaman Slyvia Plath’in kafasını soktuğu fırının içinde. Kimi zaman Dostoyevski’nin yarattığı ‘Öteki’ ile ilgileniyor.