Yaşadığımız dünya bir erkekler dünyasıdır, bu gerçeği kabul edelim. Kadının iyileştirme gücünü, düş kurma yeteneğini, yaşam nefesini yok sayan, kadının özgür ruhunu yıkmak, ezmek, bastırmak ve köleleştirmek isteyen bir dünya. Bu yüzden acımasız bir dünya bu, felaket üzerine felaket getiren, varoluş yerine yıkımı kutsayan. Masumiyet, saflık bilmeyen, kendini güzelliği yok etmeye adayan bir dünya. Kadınlar varoluşlarını, kendileri olmayı ispat etmeye çalıştıkça paylarına düşen zulümle davranırlarsa çevrelerine, her şey daha da erkek egemen oluyor. Bir kadın, kadın olarak güçlüdür aslında. Nefret edilen erkekler değil erkekliğin tanımıdır. Emma Goldman’ın belirttiği gibi “Kadın özgürlüğünden özgürleşmek zorundadır ve cinsiyetler arasındaki ikilikten, erkekle kadının iki uzlaşmaz dünya oluşturduğu düşüncesinden kurtulmalıdır.” Cinsiyetler arası bir savaş değildir bu. “Cinsel ilişkilerin gerçek kavramı,” der Goldman, “ne yenen tanır ne de yenilen.”

Büyük İspanyol yazar Benito Pérez Galdós’un 1892 yılında basılan romanı “Tristana”, kadının kendisi olarak erkekle eşit koşullarda varoluş sorunsalıyla ilgili bir başyapıt. Galdós İspanya’da on dokuzuncu yüzyılın en önemli yazarı olarak görülür, gerçekçi bir yazardır. Miguel de Cervantes’den sonra İspanyol yazınının en önemli yazarıdır. 1843- 1920 yılları arasında yaşamıştır. Otuz bir roman, yirmi üç tiyatro oyunu yayınlamış, kısa öykü, basınla ilgili çalışmalar da yazmıştır. Dickens, Balzac ve Tolstoy’la eşdeğerde görülmüştür. Bazı romanları sinemaya uyarlanmış bulunmaktadır, “Tristana” da bunlardan biridir. En önemli İspanyol yönetmenlerden, gerçek bir beyaz ekran büyücüsü Luis Buñuel 1970’te filmi çekmiştir.

Tristana babasının arkadaşı Don Lope’yle yaşayan öksüz ve yetim bir kızdır. Don Lope Tristana’nın babasının çok borcu olduğunda ona yardım etmiş ve servetinin büyük bir kısmını da bu şekilde kaybetmiştir. Cömert bir kalbi vardır ama gerçek bir Don Juan’dır. Yaşamdaki en büyük amacı kadınların kalplerini fethetmektir, kadın ne kadar masum, erdemli olursa zafer de o kadar büyüktür. Tristana onun son ve en şanlı zaferi, yaşlılık günlerinin tacıdır. Don Lope elli yaşlarındadır ama daha genç görünmektedir ve nasıl göründüğü neredeyse varlığının en önemli şeyidir. Tristana kadınlığının çok erken döneminde kandırılmıştır ama artık ilişkilerinin durumundan hiç memnun değildir. Don Lope onu esir almış, çok sıkı bir baskı altında tutmaktadır. Tristana, zamanının ötesinde tam bir özgür varoluş arayışındaki ruhuyla hiçbir şekilde baskıyla tutulacak bir kadın değildir oysa. Tek bir arkadaşı vardır, hizmetçi Saturna. İçinde bulunduğu durumun, yaşamdaki konumunun tamamen farkındadır, bundan da zevk almaktadır çünkü böylece içinde yaşadığı çağın kadınlarını bekleyen tek kader, tek gelecek, tek varoluştan azadedir: Evlilikten. Bu aynı zamanda o dönem kadınının sahip olabileceği neredeyse tek kariyerdir. Tristana, Saturna’ya hayatını nasıl kazanabileceğini, bir kadın olarak nasıl tamamen özgür olabileceğini sorar. Saturna sadece üç seçenek belirtir, ilki evliliktir elbette, sonra oyunculuk. Üçüncünün ne olduğunu söylemek bile istemez. Saturna’ya göre bir kadının özgürlüğü düşünmesi hiç uygun değildir, kadın olmakla çelişir özgürlük. Tristana’nın hayattaki amacıysa özgürlükten, tamamen özgür olmaktan başka bir şey değildir, aşkını yaşarken de: “Bana yakışır bir özgürlük içinde sonsuza kadar kimseye bağlı kalmadan yaşarım, sevdiğim ve daima seveceğim adama bile. Ne kadar özgür olursam onu o kadar fazla seveceğim.” Sadece erkekler için düşünülen çalışma alanlarında kendisine güveni tamdır. Evlilik fikrinden neredeyse Don Lope kadar nefret etmektedir. Bir ressama âşık olduğunda bunu daha da net görürüz. Fikirleri kesinlikle zamanının ötesindedir. Tristana’nın ne kadar yetenekli olduğunu görürüz, sevgilisiyle resim çalışmaları yapar, yabancı dillere karşı da büyük bir yeteneği vardır. Sevgilisi onunla evlenmek istemektedir, standart bir yaşam anlayışı vardır, bir kadının en iyi kariyerinin sevdiği erkekle birlikte olmak, ona çocuk vermek olduğunu düşünmektedir. Bu söyledikleriyle bilinçaltının derinliklerine yerleşmiş, insanlarının çoğunun düşüncelerini ifade etmektedir. Tristana evlilik bağı olmadan bir erkekle yaşayabileceğine inanmaktadır ama çocuk sahibi olmayı istemez. Yaşadığı dönemde annelik bir kadının yaşamsal amacı olarak görülmektedir, tam bir kadın olabilmesi için annelik gerekmektedir kadına. Yaşam sürprizlerle doludur ama ve olaylar çok farklı gelişir. Hastalığı hayatını sonsuza kadar değiştirir Tristana’nın ve bir on dokuzuncu yüzyıl romanının sonu değişmez, alaycı bir şekilde belki de.

Buñuel filmi romandan epeyce farklıdır. Filmde olaylar geç 1920’ler ve erken 1930’lardadır. Bunuel bize kitabın daha geniş bir çerçevede anlamını vermektedir. Tristana bir şekilde Don Lope’yi esir almakta ve daha da çekici olmaktadır. Catherine Deneuve ve Fernando Ray’in başrollerini paylaştıkları film, İspanya, Fransa ve İtalya ortak yapımıdır. Yabancı Dilde En İyi Film Oscar Ödülü için aday olmuş, 1970’te Cannes Film Festivali’nde de yarışma dışı gösterilmiştir.