Eski tip ses kayıt cihazının kapağı açılır. Kapağı açacak olan elin yaklaşmasıyla birlikte alttan gelen müziğin sesi yavaş yavaş artar ve kapağın açılmasıyla müzik kulaklarınızı kaplar. Sonra kapağı açan kişi kayıt cihazındaki rulo bandı alır ve diğer rulodan geçirir. Sonrasında kayıt cihazının içerisinde gezdirilen ve seslerin kaydedildiği şerit aralardan kayıt cihazının aparatlarının arasından geçirilir. Görüntü olağan bir şekilde akarken , “25. Kare”yi anımsatacak şekilde fotoğraflar gösterilmeye başlanır. Her fotoğraf girdiğinde ses akışı bozulur gibi olur ama o saniyelik görüntüye dâhil oluş bittiği anda müzik normal akışına devam eder. Aslında akış bozulmaz aksine her yeni görüntüyle birlikte yeni bir çalgı aleti dâhil olur müziğe: Keman! Görüntü, tekrar ses kayıt cihazına döner. Şeridin her aparat geçişinde sarsılan görüntü ve görüntüye dâhil olan fotoğraflar birlikte kulağımıza dâhil olan keman. Ardından bu durum sıklaşır. Görüntüler netleşir ve bir ceset görürüz. Görüntü değişimi hızlanır. Müzikte akış bozulur ve keman daha da baskınlaşır. Keman sesi baskınlaştıkça rahatsız edici bir tını bırakır kulaklarda ve ses kaydı görüntüsü de yerini daha sık rahatsız edici ceset görüntülerine bırakır. Tam karmaşıklaşırken birden her şey sakinleşir ve şerit yolculuğunu tamamlar. Mikrofon düzeltilir ve o yazı gelir.

*** YAZIDA DİZİYE AİT SPOILER ( SÜRPRİZ BOZAN) OLABİLİR. TÜM BÖLÜMLERİNİ İZLEMEDİYSENİZ OKUMANIZ SAKINCALI OLABİLİR ***

Mindhunter, 2017 yılında ilk duyurulduğunda herkes bir titredi. Çünkü o dönem Netflix bu kadar popüler bir platform olma yolunda emin adımlarla ilerlerken harika atılımlar yapıyordu. Worldwide kısmını genişletmekle meşgul olan Netflix o zaman rakipsizdi. Özellikle ülkemizde “Ne çıkarırsa izlenir!” moduna sokulmuştu. Çünkü hali hazırda “House of Cards, Stranger Things, Narcos, Sense8” gibi dizileri hayatımıza sokarak ünlenmişti. Bu kadar kaliteli işi hayatımıza adeta pompalaması ile birlikte Netflix’e ailemizi emanet edebilecek kadar güvenir olmuştuk. Bu bilgiler ışığında duyurulan Mindhunter’da dikkat çeken iki kısmı vardı. Birincisi dizinin seri katilleri odağına almasıydı. Gerilim türünde olacaktı. İkincisi ise birinci kısımdan bahsedildiğinde akla gelen ilk kişinin işin başında oluşuydu: DAVID FINCHER.

Özellikle psikolojik gerilim sineması denildiğinde akla ilk gelen isim olan Fincher’ın ZODIAC ile ağzımızda bıraktığı tadı çok benzer ve daha kapsamlı bir hikâyeyle hem de dizi olarak sunacak olması herkesi heyecanlandırmıştı. (Öyle ki asker şafağı sayar gibi dizi yayınlansın diye beklemiştim.) Dizinin ilk bölümü izledikten sonra her şey anlaşıldı ki “gerilim sineması külliyatının en üst sırasına” yerleşecek bir işe bakıyoruz.

Dizinin senaryosu Mark Olshaker ve Joe E. Douglas’ın beraber kaleme aldığı “Mind Hunter : Inside FBI’s Elite Serial Crime Unit” isimli romandan uyarlamaydı. Dizinin konusuna da değinelim: Ajan Ford arabulucudur ancak suç psikolojisini anlamak istemektedir. Bunun üzerine yoğunlaşmak ister. Fakat 70’lerin sonunda bu durum garipsenmektedir. Fakat Holden vazgeçmez. Aynı zamanda davranış bilimci olan Ford bir diğer Ajan Bill Tench ile birlikte mahkûmları ziyaret etmeye ve konuştuklarını kaydetmeye başlarlar. Mahkûmlarla konuştukça işin psikolojik boyutunun bilgi dağarcıklarını aşmasıyla tıkanırlar. Tam bu kısımda Anna Torv’un canlandırdığı insan psikolojisi üzerine eğitim almış olan Dr.Carr ekibe dâhil olur ve bir birim kurulur. Birimin amacı mahkûmu anlamak ve davranışlarını bir temele dayandırarak davranışın psikolojik sebebine ulaşmak. Aynı zamanda da FBI için bir veritabanı oluşturmak. Bu çerçevede ülkenin en büyük seri katilleri ile görüşmeye başlarlar.  

Dizinin o zamanın en ünlü seri katillerini konu ediniyor olması da dizinin dikkat çeken diğer kısmı. Manson ailesi – Edmund Kamper gibi isimler bu isimlerin başında geliyor.

Dizinin cast seçimi muazzam. Jonathan Groff  – Holt Mccallany – Anna Torv üçlüsünün uyumu harikulade. Başrollerimizin işlerini iyi yapması bir tarafa özellikle mahkûmları canlandıran oyuncuların performansı inanılmaz. Her jestin mimiğin dizinin her karesi kadar önemli olduğu psikolojik gerilim türünde özellikle böylesi titiz performanslar işin kalitesini belirliyor. Edmund Kemper karakterine hayat veren Cameron Britton’ın göz kamaştıran performansı dizinin en bağlayıcı unsurlarının başında geliyor. Öylesi imza bir performans ki dizinin akışını adeta bu karakter belirliyor. Muazzam bir performans.

Dizinin senaryosunu “The Road” filmi ile BAFTA alan ve Oscar’a aday gösterilen Joe Penhall yazıyor. Penhall’ın özellikle diyaloglardaki betimlemelerdeki başarısı ve karakterin hâletiruhiyesini belli edecek anahtar cümle/kelime tercihleri inanılmaz derece başarılı. Öyle ki dizinin yükselen temposunu bir anda bir diyalog ile yavaşlatıp seyirciye nefes aldırabilirken, başka bir anda Fincher’a ayak uydurup gerilimin dozajını adeta harf harf arttırması takdire şayan. Zaten dizinin en kilit unsurlarından biri de Penhall – Fincher uyumu.

Dizinin en can alıcı kısmına gelelim. Dizinin öncelikle her bölümünü Fincher yönetmiyor. 19 bölüm olan dizinin sadece 7 bölümünü Fincher yönetmiş. Ama harika bir yönetmen ekibine sahip dizi. House Of Cards’da yine Fincher ile birlikte çalışan Carl Franklin, aynı zamanda senaryo ekibinde bulunan ödüllü senarist/ yönetmen Tobias Lindholm, “Amy” belgeselinin yönetmeni Asif Kapadia, Killing Them Softly, The Assasination Of Jesse James by Coward Robert Ford gibi şaheserlerin yönetmeni Andrew Dominik ve birçok filmi yönetmiş Andrew Douglas gibi isimler Fincher’ın yokluğunda diğer bölümleri yönetmiş. Ama işte ne kadar kabarık bir CV’ye sahip olursanız olun, ne kadar iyi yönetmen olursanız olun, eğer bir işi bir ‘author’dan emanet alıyorsanız asla onun yerini dolduramıyorsunuz. Hele ki bu author size emanet ettiği işin en iyisiyse. Evet, David Fincher tam da bu adam.

Fincher ilk olarak klip yönetmeni olarak sektöre atılıyor. Öyle ki 80’lerin sonunda Madonna, Gypsy Kings, Mark Knopfler, Patty James gibi isimlere klipler çekiyor. Sonrasında 1992’de “Alien 3” ile sinema dünyasına giriş yapıyor. Sonrasında “Se7en” ile kendini sinemaseverlere tanıtıyor. “The Game” ile ismini sağlamlaştıran Fincher, “Fight Club” ile author yönetmenler arasına adını çok önceden yazdırıyor. 90’lar Hollywood sineması için türsel ve sinemasal anlamda altın çağ olarak anılır. Fincher bu altın çağın doğurduğu en büyük yönetmenlerden biridir. Tür olarak gerilim türünü merkezine alıp melez türde filmler üretmiştir. Daha sonrasında bu melez türü keskinleştirerek 2000’lerin ortasında “psikolojik gerilim” türünü benimsemiştir. Özellikle “Zodiac” ile birlikte bu türü benimseyen Fincher müzik seçimleri, görüntü kullanımı, kadraj ve mizansen kullanımı gibi konularda kendine has bir tarz oluşturarak author tavrını ortaya koymaya bu türle başlamıştır. Gerilim dozajına göre kadrajlar, kademe kademe macro çekimlerden micro çekimlere inmeler, ağır zoom in zoom outlar, uzun pan ve tiltlerle kendi anlatı dilini oluşturmuştur. İşte bu gelişimin sonucunda da ilk ustalık eseri House Of Cards’ı yapar. Kevin Spacey ve Robin Wright ile harika bir iş çıkaran Fincher dizi devam ederken “Gone Girl”ü çeker. Gone Girl ile sinema dünyasını sallayan Fincher bu filmle Oscar dâhil birçok ödüle aday gösterilir ve ödüller alır. İşte bu gelişimin son ürünü de MINDHUNTER. Harikulade bir iş çıkardığı dizide özellikle görüntülerdeki efekt kullanımı ve kadraj tercihleri adeta bir ders niteliğinde. Her konuda çok başarılı bir işçilik ortaya koyan Fincher bu dizi ile adeta rüştünü ispat ediyor. Her karesi ile gerilim ağını ilmek ilmek ören Fincher adeta izleyicisini ağına düşüren bir örümcek gibi sona yavaş yavaş hazırlıyor. Özellikle geniş açı kadrajları ve yaratılan 70’lerin Amerika’sı görüntüleri tam usta işi görüntüler. Görüntüde kullanılan renkler, konunun işlenişinde görüntünün senaryonun çok önünde olması ve Fincher’ın özgünlüğünü her karede hissettirişi ile ben buradayım demesi Fincher etkisini ortaya koyuyor. Tartışmasız bir şekilde türünün en iyi yönetmeni olan Fincher belki de hem tür hem de author diyebileceğimiz nadir yönetmenlerden. Hem kendine has stiliyle zenginleştirdiği eserlerini aynı zamanda türün babası Hitchcock gibi yönetmenlerin referanslarını da serpiştirerek zenginleştirmesi aslında Fincher’ın kalitesinin belirleyici unsurların başında geliyor. Özellikle renk kullanımıyla hikâyeye yöne vermeyi de tercih eden Fincher sıcak-soğuk atmosfer değişimleri ile izleyicisine tedirginlik veya güven hissi aşılayarak izleyicisini daima işin içinde tutuyor. Kullandığı kadrajlarla duygu değişimlerine net bir şekilde yön veren Fincher, izleyicisini bu şekilde yönlendiriyor. Bu da zaten sinema ürettiği türün en olmazsa olmazlarından biri.

Dünyanın belki de en kendine has tür yönetmeni David Fincher’in ustalık eseri olan Mindhunter, yayınlandığı platformun da en başarılı işlerinin başında geliyor. Hak ettiği değeri görüp görmeme konusunda her ne kadar şüphelerim olsa da 2 yıl sonra gelen ikinci sezonunda da ilk sezon kalitesini kaybetmeyip üzerine koyarak devam etmesi de biz izleyicileri sevindiriyor. Diğer yönetmenlere saygısız etmemekle birlikte 3. Sezonda Fincher’ın daha fazla bölüm yönetmesini diliyorum. Diziyi anlatabildiğimce size aktarmaya çalıştım. Bir hatam olduysa affola. Diziyi izlemeyenlere kaçırmayınız, izleyenlere de afiyetler diliyorum. Saygılarımla…