İstanbul müzeleri denildi mi akla gelen ilk yapılar arasında Ayasofya (ki artık bir müze değil), Topkapı ve Dolmabahçe Sarayları, Arkeoloji Müzesi gibi devlet müzelerinin yanı sıra Pera ve Sakıp Sabancı gibi öne çıkan bazı özel müzeler geliyor. Bunları ilgi alanlarına göre takip edecek birçok müze var tabii ama hiç düşündünüz mü, hangi müzeler yok? İstanbul’da kültürel, tarihsel ve sanatsal boyutlarıyla hangi müzelerin eksikliğini duyuyoruz/duymalıyız?
İnsana ve yaşadığı çevreye ait eserleri halk için araştıran, saklayan, koruyan ve halkı eğitmek ve kaliteli zaman geçirmek için yine bu eserleri halka sunan bilgi merkezleri, müzeyi tanımlıyorsa, İstanbul’da evvela şehrin tarihini görebileceğimiz bir müzeye ihtiyacımız var. Kadim şehir İstanbul’un tarihini derli toplu sunabilecek bir müze bu zamana kadar kurulamadı. Son yıllardaki arkeolojik buluntularla tarihinin 8500 yıl önceye kadar uzandığından emin olduğumuz bu eski şehrin eski insanları kimlerdi, onlardan bugüne neler kaldı, nasıl bir medeniyetin üzerinde yaşıyoruz, bunları -müzeler üzerinden- takip etmek hâlâ mümkün değil.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılması planlanan Kent Müzesi, 2005 yılındaki tasarılarından bugüne henüz var olamadı. Ceneviz ve Venedik izlerinin neredeyse hiç görülemediği bu şehirde, Bizans izlerine rastlamak bile zor. Pek tabii, surlardan kalan parçalar, eğer iz sürer peşine düşerseniz size kendini gösterir ve pek tabii, Kız Kulesi, Galata Kulesi, Boğaz çıkışlarındaki kaleler yine bu eski izlerin yükselişidir.
Cumhuriyet tarihi boyunca bir gün açık bir gün kapalı, bir gün cami bir gün anıt -eğer şanslı zamanındaysa bazı dönemler müze- olan en sağlam ve en eski Bizans eserlerinin çoğu da günümüz politikaları gereği geçmişin izlerini geleceğe taşıyan önemli mimari yapılar olarak koruma altına alınamıyor, tahrip edilinceye değin kullanılıyor: Khora Manastırı (Kariye Camii), Studios Manastırı (İmrahor İsa Bey Camii), Sergios ve Bakhios Kilisesi (Küçük Ayasofya Camii), Lips Manastırı (Fenari İsa Bey Camii) gibi… Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Son yıllarda umut vaat eden, ışık yakan tek örnek eski Bizans saraylarından Tekfur Sarayının onarılarak müzeye çevrilmesi oldu. Şu sıralar surların da büyük bölümünü onaran İstanbul Büyükşehir Belediyesi, ayakta kalan tek Bizans sarayını gelecek kuşaklara ve bu şehrin tarihine kazandırmış oldu. Ancak müze olan Tekfur Sarayına gittiğinizde Bizans’a dair bir anlatı göremiyorsunuz. Osmanlı devrine zaten harap halde ulaşan bu Bizans yapısı Osmanlı’nın meşhur Tekfur çinilerinin merkezi olduğu için, bugünkü müze anlatısı da çini fırınları üzerine kurgulanmış. Yine de ayakta kalmaya devam eden bu Bizans Sarayı, şehrin en önemli Osmanlı öncesi izlerinden biri olarak bugün hayatta.
Erken yıllarda keşfedilen ve restorasyon dönemleri dışında genelde açık olan en şanslı Bizans dönemi eseriyse Sultanahmet Arastasında bulunan Büyük Saray Mozaikleri Müzesi. Bizans’tan kalan belki de en iyi korunmuş mozaik örnekleri, zamanında Nova Roma denilen ikinci ve yeni Roma’da yani İstanbul’da değil de tarihî Roma şehrinde bulunmuş olsa, dünyanın tüm koruma kurumları bir araya gelir, bütçeler aktarılır, dört bir yandan gelen ziyaretçiler uzun kuyruklar oluştururdu. Bizim için sıradan bir müze. Yıllar yıllar önce bu müzenin açılışıyla alakalı Şevket Rado’nun yazdığı bir yazıyı (TTOK Belleten, Ağustos 1952) okuyup ağlanacak hâlimize biraz gülelim:
“Zaten bir İstanbullu İstanbul’daki tarih hazinelerinin nerelerde olduğunu öğrenmek için seyyahların peşine takılmalı. Geçenlerde Sultanahmet civarında dolaşırken önüme üç Amerikalı seyyah düştü. Sultanahmet Camii’nin arka tarafında, o harap sokaklarda idik. “Bunlar nereye gidiyorlar?” diye merak ettim. Ellerinde fotoğraf makineleriyle etrafa durup durup bakınarak Arasta Çarşısı denilen gecekondu sokağına daldılar. Bu eski çarşının kemerleri içine vatandaşlar yerleşmişler. Seyyahlar Çarşının nihayetinde bir kapıdan içeri girdiler. Ben de girdim. Meğer İngiliz arkeologlarının yeni meydana çıkardıkları dünyanın en zengin mozayikleri burada imiş.”
Bu şehirde yalnız eski medeniyetlerin değil, Osmanlı’nın bile bir müzesi olmadığının farkında mısınız? Osmanlı öncesine dair izlerin bu denli az olduğu İstanbul’da Osmanlı izlerini hangi müzeler üzerinden takip edebiliriz diye düşünürseniz göreceksiniz: Böyle tek parça anlatısıyla kompleks bir tarihi izlemek mümkün değil. Topkapı Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Panorama 1453, Harbiye Askeri Müzesi, Deniz Müzesi, Resim Müzesi, Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi… Bunlar müstakil halde, belli kesitleri, belli temaları ziyaretçiye detaylarıyla sunuyor olabilir ama bütün bir Osmanlı tarihini en azından İstanbul’da yani başkentte görmek neden mümkün olmasın? Osmanlı İmparatorluğunun izlerini Bilecik’ten Söğüt’e İznik’ten Bursa ve Edirne’ye büyük mimari eserler üzerinden sürmek bir yol. Seyahatlere çıkabilir; Osmanlı’dan kalma külliyeleri dönemlerine, mimarlarına, sanatsal özelliklerine göre ayrı listeler çıkararak ziyaret edebilir ve binlerce eseri listenize ekleyebilirsiniz. Kubbeler şehri İstanbul’da da Osmanlı eserlerinin yüzlercesi bize hâlâ o günleri hatırlatacak hatıralarla dolu ama şehre birkaç günlüğüne gelen yerli/yabancı bir turiste bu şehrin tarihini birkaç saatte anlatmak isterseniz, bu çok zor. Özellikle Osmanlı kültürüne dönüşün bu kadar yoğun, açık bir kültür politikası olarak izlendiği son 15 yılda bile bu tarihi -bir turiste, bir çocuğa, hiç tarihle ilgilenmeyen sıradan bir insana- kısa sürede ve akılda kalıcı biçimde anlatabilecek bir müze kurulamaması üzücü, düşündürücü.
İstanbul’da hangi müzelerin eksik olduğunu düşünürken sadece kültürler ve medeniyetler üzerinden düşünmek de gerekmiyor. Tematik olarak düşünecek olursak İstanbul’da hâlâ bir müzik müzesi yok, mesela. Keza dünyada öne çıkan örneklerden bir doğa tarihi müzesi yok ama bilim tarihi dersek Gülhane Parkı içindeki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi görülmeye değer ve kıymeti henüz anlaşılamamış bir müze. Keşke örnekleri çoğaltılsa. Daha önce değindiğimiz gibi Kale Müzeler, şehrin önemli eksikliklerinden. Hem şehir tarihi hem askeri tarih açısından. Bunlar yine bir yere kadar kabul edilebilir eksikler olsa da İstanbul’a has bir Boğaziçi Müzesi’nin olmayışı, bir büyük medeniyete nasıl sahip çıkamadığımızın kanıtı.
Zamanında Abdülhak Şinasi Hisar bu eksikliğin altını çizmişti. Üstelik müze için bir yer bile göstermişti: Boğaziçi’nin en eski yalısı olan ve 1700 yılından kalan Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı. Tıpkı 1930’larda olduğu gibi bugün de -yıllardır- restorasyon bekliyor! Divanhane dışındaki kısımları tamamen harap hale gelen ve yıllardır restore edileceği gerekçesi ile etrafı kapalı halde zamanın açıkça tahribatına terk edilen bu yalı, tüm kısımları ile onarılsa, bugüne ulaşmayan yapılar rekonstrüksiyon ile canlandırılsa ve burada bir Boğaziçi Müzesi kurulsa… En az Abdülhak Şinasi Bey kadar hayal kurmayı seviyoruz.
İstanbul’da eksikliğini hissettiğimiz daha neler var neler ama biz şimdilik “İstanbul’da Bu Ne Bizantinizm” isimli sergiden bahsederek eksikleri bir nebze kapatalım. Ne de olsa yeni yıldan umudumuz çok.
Pera Müzesinde kasım ayı sonlarında açılan yeni sergi adını Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun romanı Panorama’dan almış. İstanbul’da Bizans Müzesinin eksikliğini doğrudan hissettiren sergi mart ayına kadar görülebilecek. İstanbul’da Bu Ne Bizantinizm, “Popüler Kültürde Bizans” alt başlığı ile aslında Bizans kültürünü gündelik hayatta ne kadar çok kullanıyoruz ve hatta nasıl tüketiyoruz, bunu hatırlatıyor. “İstanbul’dan Bizans’a: Yeniden Keşfin Yolları” isimli bir diğer sergi ise geçmişten bugüne şehirdeki Bizans izlerini tarihsel bir bağlamda görmemizi sağlıyor. Sergilerin detayları hakkındaki bilgiyi Pera Müzesi’nin internet sitesinden edinmek mümkün: https://www.peramuzesi.org.tr/sergi
Doktoralı tarihçi, meslekten müzeci. On yılı aşkın süredir çeşitli müzelerde görev yaptı, şimdilerde bir müzede idareci. Akademide kültür varlıklarının korunması için çalışmalar yapmaya devam ediyor. Okuyup yazmayı, seyahat etmeyi, yeni kültürler öğrenmeyi bir de hayvanları seviyor.