Kadıköy Moda’ya yolu düşen herkes onun eserleriyle mutlaka karşılaşmıştır. Moda’da yaşayan, üreten ve eserlerini çoğunlukla sokaklarda sergileyen İskender Giray ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Giray’ın metal heykelleri ve çok boyutlu sanatı, çoğu zaman fark edemediğimiz öyküler anlatıyor bizlere.
Keyifle okumanız dileğiyle.
Sanat hayatınız nasıl başladı, içinizdeki sanatçıyı nasıl keşfettiniz, heykeltıraş olmaya ne zaman, nasıl karar verdiniz?
Küçükken babamın mesleği gereği bir yaz kampındaydık. Savcıydı babam. O yaz kampında bir ressam vardı aynı zamanda kendisi bir hükümlüydü. Yaz kampı dediğim yer İmralı Adası. Gönüllü hizmet verip duvarları boyuyordu. Çocukken sürekli onu izlerdim. Adam onu izlediğimi fark etmiş olacak ki bir gün beni yanına çağırdı. Önüme bir tuval ve bir palet verdi. Onunla birlikte yağlı boya yaptım. Sanat böyle girdi hayatıma, ondan sonra da bir daha çıkmadı. Ama sanat okuma gibi bir alternatif yoktu hayatımda. Çünkü aileleri bilirsiniz, büyük(!) meslekler isterler çocukları için. Hele ki benim gibi bir memur çocuğuysanız sanatın yanından dahi geçemezsiniz. Dolayısıyla mühendislik okudum. Ama bir noktadan sonra dayanamadım. Zaten istediğin bölümde okuyamamışsın, istediğin işi de yapmıyorsun. Şuan ülkemizde maalesef durum hala böyle. Hayalini kurduğun mesleğe en yakın olan bir meslek seçiyorsun ve seni durmadan manipüle ediyorlar. Korkutularak büyüyoruz. Üniversite bittiğinde ise bir yola girmiş oluyorsunuz. Artık çok geç demeye başlıyorsunuz. İşte ben tam o noktada durdum. 26-27 yaşımda, hayır o kadar da geç değil, dedim. Küçüklüğümde etrafımı hep 3 boyutlu bir şekilde anlayıp gözümde canlandırırdım. Heykel yapmak da 3 boyutlu bir uğraş. Derken kendimi heykellerimle buldum. Şu anda 38 yaşımdayım ve eğer istersem yeni bir şeye başlamak için hala geç değil.
Toplumumuzda sanatçı insanlar para kazanamaz, hayata tutunamaz ve sanat bir meslek değildir gibi önyargılar var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bence bu bir önyargı değil yargıdır. Maalesef sanatçının hiçbir iş yapmadığı düşünülür. Bugün etrafımıza baktığımızda çoğu insanın sevmediği bir meslekte çalıştığını görüyoruz. Oysa sanatçı tam tersini, sevdiği işi yapar. Bu durum işverenlerin kafasında sanatçı, istediği işi yapıyorsa o zaman bedavaya da yapabilir gibi bir düşünce doğuruyor. Bu düşünce yüzünden sanatçı olmak bir meslek olarak görülmüyor. Bu da oldukça üzücü bir durum.
Heykel yapma sürecinizi anlatır mısınız? Heykellerinizi yaparken nelerden ilham alıyorsunuz?
Sürecimin büyük bir kısmı düşünme ile geçiyor. Eğer bunu koca bir çizgi olarak düşünürsek çizginin yüzde 80’i düşünmek. Sonra üretim aşaması var ama üretim aşaması çok kötü başlıyor. Ne kadar kötü bir sanatçı olduğumu düşünüyorum, büyük bir melankolinin içine isteyerek hapsoluyorum. Sonra kendimi yeme ve bunalım sürecine giriyorum. En son aşama ise yaşama hevesimi kaybetmem oluyor ve işte tam da bu aşamanın altından çok güzel fikirler çıkıyor. İşi yapma kısmıysa çok yoğun geçiyor. Hiç ara vermeden hatta uyumadan çalışıyorum. Uyuyacağım zamanlarda üstümü dahi değiştirmeden, çalışma pozisyonumu bozmadan uyuyorum, uyandığımda kaldığım yerden devam ediyorum. Şuan üretim aşamasındayım oldukça da keyifliyim ama sancılı melankoli günlerim yakındır.
İlham kısmına gelince, duygusal olarak nasılsam ondan ilham alıyorum. Az önce belirttiğim gibi genelde mutsuzken ve takıntılıyken iş yapmayı seviyorum. Çok mutluyken bir şeyler üretmek istemiyor insan. En azından ben öyleyim. Mutluyken üretemiyorum çünkü ne ile mutluysam ona devam ediyorum.
Sizce her insanın içinde bir sanatçı kişilik var mı yoksa bu sonradan mı edinilen bir yeti?
Herkes bir şeyler üretebilir. Sanatçı kavramını bazen çok abartabiliyoruz. Bazen de çok kötü yerlere koyabiliyoruz. Sanatçılık biraz da diğer insanlar tarafından verilmesi gereken bir sıfat. Ama herkes gönlünce ve dürüstçe üretebilir. Dürüstçe üretiyorsa zaten birileri tarafından ona sanatçı denilecektir.
Sizce bir sanat eserinin yeri galeriler mi yoksa sokaklar mı olmalı?
Her insan gibi bizim de geçim sıkıntımız var, maddi yükümlülüklerimiz var. İşin maddi boyutu düşünüldüğünde galerilerde olması yararımıza. Burada kastettiğim sömürücü galeriler değil çünkü siz eserinizi büyük bir emekle ortaya koyuyorsunuz ama galeriler sizinle pazarlığa oturmaya çalışıyor. Bu noktada büyük bir ikileme düşüyor insan. Öyle galeriler var ki, sanatçılara biz olmasak siz de olamazsınız gibi muamelelerde bulunuyor. O yüzden sömürücü galerilerde olmasındansa sokaklarda olması daha güzel. Fakat işin bir de şu tarafı var ki bazı eserlerimizi sokaklara koyamıyoruz çünkü materyal olarak buna uygun olmuyor ya da eserin sokakta zarar görme olasılığı fazla. Bu durumda da galerilerde sergilenmesi gerekiyor. Sanırım önemli olan sanatçının kendisini sadece galerilerle izole etmemesidir.
Mühendislik okuduğunuzu söylediniz. Sizce bilim mi insan için daha faydalı yoksa sanat mı? İkisinden hangisi insanlara daha çok hizmet ediyor?
Birbirlerinden tarih boyunca hep beslendiler ve beslenecekler. Bunun ne kadar gerçek olduğunu telefonlarımızdan görebiliyoruz. Artık bütün olay şekli yani tasarım. Bu da sanattır. Estetiğin hayatımıza ne kadar girdiğini görüyoruz. Örneğin, izdüşümlü heykellerimi yaparken fizik bilgilerimden, optikten yararlanıyorum. Işığın yansımasını hesaplıyorum. Yani bilim, sanata hizmet ediyor. Bunun tam tersi de mümkün. Bilimle sanat asla kopamaz. Bir tanesi diğerinden daha önemlidir diyemeyiz.
Sizin gibi bu işi yapan sanatçılardan etkilendiniz mi?
Fizik alanında çalışanlardan hayır. Ben mümkün olduğu kadar az iş görmeye çalışıyorum. Bunun sebebi öncelikle başkası benim fikrimi yaptığında sinirleniyorum ve zaten başka bir iş gördüğünde ister istemez etkileniyorsun. Kendi işinin özgünlüğünden fedakarlık yapmış oluyorsun. Bu benim kendimi koruma mekanizmam. Ama tabii ki etkilendiğim insanlar var.
Bildiğimiz kadarıyla Kadıköy – Moda’da araba çarpan ve hayatını kaybeden bir köpek için bir heykel yapıyorsunuz, bu heykeliniz şuan hangi aşamada ve onu nerede sergileyeceksiniz, yine sokaklarda mı?
Bu köpeğin adı Tarçın ve yaklaşık 18 yaşındaydı. Moda halkı tarafından çok sevilirdi Tarçın. Moda’da girmediği ev neredeyse yoktu. Girdiği evlerde birkaç gün kalırdı, yerdi, içerdi, uyurdu sonra birdenbire o evden ayrılıp başka bir eve konuk olurdu. Kendisine maalesef bir araba çarptı ve Tarçın artık aramızda değil. Heykelini bitirdim, şuanda kalıp aşamasında ve projeyi detaylandırdım. Sadece Tarçın için değil de bütün sokak hayvanları için bir proje haline getirdim. Amacım tüm sokak hayvanları için bir su içme yeri oluşturmak. Heykel de bu alanın içinde yer alacak. Şuanda belediyeden bütçe isteme aşamasındayım.
Moda’da kesilen bir ağaç için de bir heykel yaptınız. Adı “Ağaca Ağıt”. Hatta bu heykel birkaç kez çalınmış. “Ağaca Ağıt” heykelinin hikâyesinden bahseder misiniz biraz?
Moda’da kurumuş bir ağaç kökü gördüm. Ağaç kökünden kesilmiş. Yanına bir heykel bıraktım ve oraya ne zaman ki bir ağaç dikilir o zaman heykelimi alırım dedim. Heykelin adını da “Ağaca Ağıt” koydum. Kesilen bir ağaca ağıt yakan bir heykeldi. Hikayesi böyle başladı.
Sokak sanatının ömrü zaten diğer eserler gibi uzun değildir. O yüzden sokaklara bıraktığınız eserler için fazla üzülmemeniz lazım. Ağaca Ağıt’a da bu oldu onu bir demirci aldı. Muhtemelen demirleri satacaktı. Tabi ki üzüldüm ama o kadar çok üzerine düşmedim. Ne var ki Moda halkı heykeli çok benimsemiş. Heykelin çalınmasına tepki gösterdiler ve Kadıköy Belediyesine yüklendiler. Heykeli belediyenin kaldırdığını sanmışlar. Belediye benimle iletişime geçti ve heykeli onların almadıklarını, en kısa zamanda bulacaklarını söyledi. Ben çok umutlu değildim ama bir şey demedim. Halk bu olayı sosyal medyaya taşıdı ve birisi Halkalı’dan haber verdi, heykeliniz burada diye. Heykel bir sitenin bahçesinde duruyordu. Polisle gittik, heykeli aldık ve yerine geri koyduk. Sonra tekrar çalındı. Modalı bir hanımefedi bulmuş bu sefer, bana getirdi. Gittim yerine tekrar koydum ama bir daha çalındı. Bundan sonra bir kez daha çalındı. Bu sefer zabıtanın eline geçmiş onlar da polise vermişler, polisten belediyeye geçmiş, onlar da bana mesaj attılar ve heykelin belediyede çalışmaya başladığını hatta yaka kartının bile olduğunu söylediler. Bundan sonra bir daha çalınmadı.
Bir süre sonra belediyeden bir telefon geldi ve oraya ağaç dikeceklerini söylediler. Zaten benim de amacım buydu. Büyük bir heyecanla geri konan heykeli sökmeye gittim, etrafımız da insan dolmaya başladı. Ben heykeli sökmeye çalışırken kalabalıktan bir amca ne yaptığımızı sordu, biz de durumu açıkladık. Adamın o an verdiği tepki beni çok gururlandırdı. Heykeli sökemeyeceğimizi, heykelin sahibi ben olmama rağmen bunu yapamayacağımı söyledi. Hayatımda ilk defa birinin bana bir işi yapamayacağımı söylediğinde mutlu oldum ve ağaç dikildikten sonra oraya “Ağaca Sevinç”i koydum. Artık orada kuru bir ağaç gövdesi değil, mis gibi bir ıhlamur ağacı var.
Sizce heykelleriniz sizin hedeflediğiniz farkındalığı yaratıyor mu? Verdiğiniz sosyal mesajlar yerine gidiyor mu?
Bu, bulunduğunuz ortamda bir espri yapmaya benzer. Bir espri yaparsınız ama sadece bir kişiyle göz göze gelirsiniz. Yaptığınız espriyi sadece o kişi anlar. İşte ben de o kişiyi arıyorum. Bir kişiyle bile göz göze gelsem benim için yeterli.
1987 İstanbul doğumlu. Yeditepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Ocak 2010 mezunu. Eylül 2014’ten beri Yeditepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Karşılaştırmalı Edebiyat master öğrencisi olarak öğrenimine devam ediyor. Sanatçıların kurguya dönüşen bilinçaltları üzerine tez çalışmaları yapıyor.
Okumayan insana tahammülü yok. Öğrenmenin sorgulamaktan geçtiğine inanıyor. Bu yüzden onu bir yerlerde “Neden?” diye sorarken görebilirsiniz.