Cesedi kıyıya vuran mülteci çocuğun görüntüleri, yıllardır gözümün önünden gitmezken insanın yüreğine bir kıymık gibi batan başka görüntüler eklendi zihnime. Canların hiçe sayıldığı kaçış planları, gidemeyişler, geri dönemeyişler, ne zaman sonlanacağı belli olmayan bekleyişler, kamplar, hastalıklar… Hemen herkesin tanıklık ettiği mülteci insan manzaraları.
Tüm bu görüntüler ve yaşamın başka alanlarında da tanıklık ettiğimiz niceleri, yüreklerimizi yeterince burkmuyor, çığlık çığlığa bir etkiyi yaratmıyor üzerimizde. İnsani ve varoluşsal töz olan vicdanlarımızı derinden yaralamıyor ne yazık ki.
Vicdan, insanı kötü ve yanlışa karşı sürekli uyanık tutan bir bilinç, iyi ve doğruya yönlendiren bir kılavuz, küçük bir sapmada insanın duygu durumunu bozup gönüllere huzursuzluk veren uyarıcı, bizleri insan yapan değer değil mi? İnsanın hiç zorluk çekmeden ulaşabileceği, doğal bir mekanizma, vicdan. Arapçada bulmak anlamına gelen bir kökten geliyormuş, evet, insan içinde bulur vicdanı. Adalet ölçüsüdür. Tanığı olmayan, sessiz mahkemenin tek yargıcı, bugünden yarına değişen kural ve kanunların dışında çalışan, en temel insani duygu; vicdan. Aristoteles’e göre vicdan, iyi bir insan olmak için yeterli olmayan ama gerekli olan bir kavram. Karşı karşıya kaldığımız herhangi bir olay ya da durumda kullandığımız; iyiyi doğruyu ayırdığımız bir terazi, haklı haksızı tarttığımız ilk tartı. Vicdan olmadığında yaşanılır olmazdı dünya, vicdanı sızlamazsa insanın, neden sakınsın ki dilini, kılıcını… Shakespeare, kahramanı Hamlet’e “Vicdan hepimizi korkak yapıyor,” dedirtirken ne kadar da haklı.
Cemil Meriç, “Her yüzyılda bir iki kişi düşünür; diğerleri onun düşündüğünü düşünür,” demiş, kendisinden bu sözüne örnek istendiğinde ise “Marks ve Nietzsche”nin ismini anmıştı. Değerlerin alt üst olduğu, değer krizlerinin yaşandığı günümüz dünyasında o kadar çok anıyor ve hak veriyorum ki her iki filozofa da.
Çağının sesi olan Nietzsche’nin 1878’de söylediği “…vicdan, atılan her yanlış adımda kendisine bir mazeret yaratır.” sözüne inanmak istemiyor insan. Neler gördü neler yaşadı ki vicdan denilen büyülü sözcük anlamını yitirdi Nietzsche için, vicdanın keskin gözü körleşti, alemi kuşatan sesi duyulmaz oldu? Vicdan, bizi yanlış, çirkin ve kötüden alıkoyamıyorsa, akıl her zaman ve koşulda çıkarlarını gözetmeye hizmet ediyorsa insanlığımızı nerede bulacağız? “Evet, vicdanımın sesini dinledim; haksızlık yapamadım, içimin sesini takip ettim; o ses beni doğruya götürdü, çünkü insanım.” diyemeyeceksek, bizi insan yapan ne, aksi durumda hâlâ insan olarak adlandırılmamızın nedeni taşıdığımız suret mi? Yanlış yaptıklarımızdan ötürü utanç duymak, hatalarımız sonrasında pişmanlık yaşamak, muhatabımızdan helallik dilemek ne zamandır insaniyetimizin ölçütü olmaktan çıktı? Çocuklarımıza mahcup olmanın, utanmanın, vicdan azabı çekmenin değerinden, kendimizle vicdanımız aracılığıyla iç muhasebeye girişmenin öneminden söz ediyor muyuz?
İlk aşamada sadece bireysel boyuttan ibaretmiş gibi değerlendirilen vicdan, aynı zamanda toplumsal olarak inşa edilen, kimi zaman duygu, tüm zamanların bilinci ve sahibine aklın ötesinden bilgi taşıyan bir merkez. Sosyalleşme süreci içinde aileden okula, akran gruplarından meslek birliklerine kadar vicdanımızı neye ve kime karşı nasıl kullanacağımızı öğreniyoruz. Aynı biçimde vicdanımızın sesini nasıl ve hangi yöntemlerle susturacağımızın yollarını da toplumdan öğreniyoruz.
Zaman zaman doğal durumda vicdanımızın kabul etmeyeceği, ahlak dışı tutum ve davranışlar, sosyal gruplar tarafından da göreli olarak haklı bulunup desteklenebiliyor. Bazen öyle bir durum söz konusu olabiliyor ki vicdanla yan yana anılamayacak birçok tutum ve davranış, tüm gerekçeleriyle beraber tüm kurumlarda işlevsel hale geliyor. Bunun sonucunda olumlu değerlerle bağı güçlü olan kurallarla yaşamak, insana sosyo-ekonomik anlamda birçok kayıp yaşatabiliyor. Gümrükte çalışan ve rüşvet almayan gümrük memuru arkadaşımın çektiği sıkıntıları hatırlıyorum.
Aklıma tarihe geçen davalar geliyor. Yahudi soykırımında Alman subayı olarak görev yapan Eichmann, kendisini “Ben sadece işimin gereğini yaptım, emri üstlerimden aldım, görevi yerine getirdim, hem ben yapmasaydım yapacak birileri hep olacaktı.” diye savunmuştu savaş sonrası kurulan mahkemede. Davayı izleyen filozof Arendt şöyle yazmıştı: Yaptığı savunmayla beraber “Eichmann’ın vicdanı gerçekten rahatladı. Vicdanının sesine kulaklarını tıkaması gerekmiyordu artık; vicdanı olmadığından değil, kendi vicdanı ‘saygıdeğer bir sesle’, onu sarmalayan toplumun sesiyle konuştuğundan…”
Çare eğitimde diyen sesinizi duyuyorum. Her alanda durum bu ne yazık ki. Çocuklar, örneğin “Ev ödevimi yapmadım.” diye itiraf etmektense “Evde unuttum.” dediğinde kendisi için ek süre verileceğini ya da “Yarın getir.” diye karşılanacağını, en azından yalan söylemenin doğruyu söylemekten daha işlevsel olduğunu biliyorlar. Yetişkinler sıra beklemenin, trafik kurallarına uymanın, ödemelerini vaktinde yapmanın, işe girişlerde torpil kullanmanın, ihale alırken sergilenmesi gereken tutumun ve daha nice alanda hangi davranışlarının hangi sonuçları doğuracağının farkındalar.
Konu ne olursa olsun, küçük büyük herkes vicdan dairesi içinde, ahlaki ölçülere dayanan ve gerek hukuk gerekse genel toplum kurallarına uygun biçimde sergileyecekleri davranışların işlevsel olmayacağını ve kaybetmelerine neden olacağını çok iyi biliyor. İşlem sırası şöyle: Önce toplumsal algının etkisi çalışıyor; insanlar davranışlarının sonuçlarına ilişkin öngördükleri zihinsel tutumu izliyorlar. “Fayda sağlayan,uygun, gerekli, işe yarayan” tutum takınıp vicdana sığmayan davranış sergiledikten sonra sıra psikolojik rahatlamaya yarayacak, vicdanın azap verici sesini bastırıp susturacak gerekçelendirmelere geliyor sıra. Üzülerek gözlemliyorum ki bu gerekçelendirmeyi yaparken insanlar her geçen gün daha az ikilemde kalıyorlar, eskiden sanki insanların gelgitleri daha çok oluyordu, konu, durum ne ise üzerine daha fazla düşünüp vakit harcıyorlardı, vicdanlarının sesi daha yüksekti, iradelerinin kırılma noktası daha uzaktı, oysa insanlar şimdilerde daha az çelişki yaşıyorlar, ahlak dışını tercih etmeyi hak görüyorlar kendilerinde adeta.
Yaşadığımız durumun sosyal bilimler literatürdeki karşılığı “ahlaki çözülme” dir. Konunun öncüsü olan Bandura’ya göre ahlaki çözülme, insanların yapacakları davranışların doğru olmadığını bilmelerine rağmen, bu davranışı kendi içlerinde belirli bir mantık çerçevesinde rasyonelleştirerek sürdürmeleridir. Başka bir ifadeyle, ahlaki çözülme bireyin ahlaki düzenleme mekanizmasını ve suçluluk duygusunu devre dışı bırakarak ahlaki standartlara aykırı davranışlar sergilemesi anlamına geliyor. İnsanlar çeşitli yollar tercih ediyorlar: Bazen rasyonelleştirmeler sonucu, yapacağı ahlak dışı davranışın getireceği psikolojik rahatsızlıktan arındıklarını düşünüyorlar. Bazen ahlak dışı davranışın sağlayacağı faydaya odaklanarak, çeşitli bahaneler ileri sürerek ve benzer durumdakilerle kıyaslayarak bilinç düzeyinde meşrulaştırmaya çalışıyorlar içinde bulundukları durumu. Sorumluluktan kaçmak için sorumluluğu başka kişi veya kuruluşlara yönlendirmek ya da sorumluluğu dağıtmak yolu da tercih ediliyor. Ahlak dışı olan durumdan, olaydan ötürü toplumu, devleti, sistemi suçlamak mantık çerçevesinde işleyen rasyonalizasyonun bir ayağı oluyor. Nazi ölüm kamplarındaki askerlerden biri, Eichmann’dan farklı bir şey söylemiyor, “Vicdanımı bir asker olduğum, dolayısıyla da büyük bir makinenin görece küçük bir dişlisi olduğum gerçeğine teslim ederim.” derken. Vicdani ve ahlaki sorumluluğu benliğinden uzaklaştırıyor, sorumluluğu grup içinde dağıttığında davranış, kolektif bir eylem olarak algılanıp kişisel sorumluluğun katkısı belirsizleşiyor.
Zaman zaman insan, davranışlarının zarar verici sonuçlarıyla karşılaşmak istemeyerek durumu göz ardı da edebilir. Hep merak etmişimdir; atom bombasını uçaktan sivil halkın üzerine atan, iyi öğrenimli pilotlar, söz konusu eylemlerinin akıl almaz sonuçlarını gözleriyle görseler, aynı işi yapmaya devam edebilirler miydi?
Kısaca bazen sonuçları önemsemeyerek bazen karşımızdakini suçlayarak, muhatabımızın kötü davranışı hak ettiğine kendimizi inandırarak suçluluk, utanç ve pişmanlık gibi vicdanî duygulardan uzaklaşabiliyoruz, haklı gerekçelerle zihnimizde yeniden kurabiliyoruz eylemlerimizin saiklerini.
Akvaryumun suyu hastalıklıysa balık ne yapsın demiyorum elbette, balığın sorumluluğunu teslim etmemek, hatta haykırmamak insanlığımdan kayıpmış gibi geliyor. İnsan transandantal yani aşkın bir varlık aynı zamanda. Koşulları, zamanı, kişileri aşan bir potansiyele sahip. Tarihte bazı insanlarıbiz sıradan insanlardan ayıran abidevî şahsiyetler arasında anmamızı sağlayan ne? Söz konusu potansiyellerini eyleme dönüştürmeleri olsa gerek.
Tek çaremiz var dostlar; vicdanımızın kabul etmediği tutum ve davranışlarımızı bahane ve mazeretlerle rasyonalize etmeyi, gerekçeler ile meşrulaştırmayı, davranışlarımızın zararlı sonuçlarına gözlerimizi kapamayı bırakıp vicdanımızın sesine kulak vermek. Bunu da insan olmanın bilinci ve sorumluluğuyla yapmak.
Tüm davranışlarımız son kertede insandan insana yönelen bir ilişki nasılsa. İhtiyacımız olan şey, rengi, dini, ırkı, mezhebi, meşrebi, toplumsal sınıfı ne olursa olsun hem kendimizin hem muhatabımızın insan olduğunu unutmamak ve ortak insanlık bilincine ulaşmak. Ahlaki çözülmenin panzehri insana verilen değer olacak.
Bitsin artık insanın insana körlüğü!
Üç çocuk babası, uslanmaz bir eğitim gönüllüsü, moda deyişle mentor, insana dair her şeye tutkun, öğrenmeye ve öğrendiklerini paylaşmaya takıntılı, bilime ve felsefeye âşık, kitapsız ve kahvesiz asla olmaz diyenlerden, yemeği içmeyi seven, yaşamı boyunca “sizinle tanıştıktan sonra…” diye başlayan cümlelerin muhatabı, kısacası yaşam ustasının daimi çırağı…