Her coğrafyanın kendine özgü bir dokusu olduğu söylenir. Bu dokunun içinde yüzlerce koku, bir sürü tat ve sayısız ses mevcuttur elbette. Ve hepsi bir araya geldiğinde toplumu oluşturan bir bütün meydana geliverir. Bu bütünlük, o toplumdaki her bireye nüfuz eder, onu şekillendirir ve yetiştirir. Bu yüzdendir ki kişiyi toplumundan ve döneminden uzak düşünmek imkânsızdır.

Bu coğrafyada da, kıymeti bilinen ya da bilinmeyen sayısız yetenek yeşerdi, serpildi ve gelişti. Her yeni güne bir umut ışığıyla başlayabilmemizi sağlayan birileri hep vardı, hep olacak. Onlar sayesinde biliyoruz ki bugün de yalnız değiliz ve hiç yalnız kalmayacağız. Çünkü onlar o kadar bizden, o kadar içimizden ki onlara karşı koyamıyoruz kaleminden akan mürekkebe, ruhundan dökülen her harfe âşık oluyoruz.

Yaşar Kemal, sanırım bize bizden daha yakın olan bu değerli insanların başında geliyor. Çünkü memleketin her köşe başında ona rastlıyor gibiyiz. İstanbul’un en ıssız kaldırımında görmek de mümkün onu, sırtında çocuğuyla hasat toplayan bir kadının gözlerinde de. Her yörede kendine bir köşe başı tutmayı başarmış ince ruhlu bir adam o. Zaten Yaşar Kemal olmak da tam olarak bu değil mi? Baştan aşağıya ince ruhlu biri olmak.

1923’te Çukurova’nın bağrında doğduktan sonra peşini bırakmayan talihsizlikler onu bir hayli yıpratmış olsa da o her zaman bir çınar gibi ulu ve dimdik karşımızdaydı. Karşımızda dediysem de öyle bizden ayrısı gayrısı olduğundan değil, o sadece namertliğe ve yüreği nasır tutmuşlara karşıydı. Henüz 3,5 yaşında bir kaza sonucu gözünü kaybetmesine rağmen, etrafındakilere nazaran daha iyi görüyordu. Çünkü o, gözle görülemeyen şeylerin arkasındaki hikmeti anlayabilen biriydi. Bundandır ki bizi bizden daha iyi tanıdığını iddia ediyorum. Yalnız ben değil, onun satırlarına bir kere ulaşmış herkes bilecektir ki onun yüreğinin yanında bu kelimelerimizin lafı bile olmaz.

Çok küçük yaşta hayatın sillesini yediğinden midir bilinmez, hep bir olgunluk taşımış yüreğinde sanki. Yoksa mümkün müdür genç yaşında ağıtlar dolayıp diline, “Âşık Kemal” diye nam salmak. Kolay mıdır “Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın.” lafını işitmek başka bir âşıktan.

9 yaşında ortaokul masraflarını çıkarmak için yaptığı bostan bekçiliği sırasında orada çalışan marangozları ve demircileri gözlemleme fırsatı bulur. Romanlarındaki marangoz ve demirci imgeleri belki de çocukluğunda yaptığı bu gözlemleri içselleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Sadece bu değil, bir sürü işte kendini göstermeyi başarır. 1950’ye kadar inşaat kontrol memurluğu, ırgat kâtipliği,arzuhalcilik, amelebaşılık, su bekçiliği, kâtiplik, öğretmen vekilliği gibi değişik işlerle uğraşır. 1950 yılında arzuhalcilik yaptığı yıllarda Çukurova Komünist Partisi kurucuları arasında yer almaktan tutuklanıp 15 gün hapishanede yatar. Jandarma tarafından evi aranırken bazı yazıları tahrip edildiği için, ileride başına ne geleceğini kestiremez ve Kemal Sadık olan adını Yaşar Kemal olarak değiştirir.

Cezaevinden çıktıktan sonra 1951 yılında İstanbul’a taşınır ve röportaj yazarı olarak Nadir Nadi’nin yanında işe başlar. İlk hikâyesi olan “Sarı Sıcak” da 1952 yılında yayımlanır ve aynı yıl ileride 50 yıl evli kalacağı eşi Tilda Serrero ile tanışır. Bu evlilik onun yüreğini geliştirdiği gibi, yazınını da geliştirir. Sevgili eşi Tilda, eserlerini İngilizceye çevirir ve böylelikle Yaşar Kemal’in adı giderek daha da büyük kitlelere ulaşır.

1955’e geldiğimizde ise, onun en çok bilinen ve okunan romanı İnce Memed ile karşı karşıya kalırız. Bu roman sayesinde Varlık dergisinin 1955 Roman Armağanı’nı kazanır. Cumhuriyet’te bir dizi olarak yayımlanan İnce Memed dörtlüsü bir Çukurova anlatısıdır. Bu coğrafyada yaşayan insanların uğradığı haksızlıkları ve kötülükleri anlatmış ve bu duruma karşı bir isyan öyküsü oluşturmuştur. 1974’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın ilk genel başkanı olur. 1988’de de PEN Yazarlar Derneği’nin ilk başkanlığını üstlenir. Bu sırada yazdığı yazılar nedeniyle defalarca yargılanır. Yazın hayatına ilk başta şiirle başlamış olmasına karşın, ilerleyen yıllarda roman ve öyküye yönelir ve bu alanda eşsiz eserler üretir.

Ürettiği bu eserler doğrultusunda birçok ödül kazanmış ve dünya çapında başarılara ulaşmıştır. Ayrıca Nobel’e aday olmuş ancak bir iddiaya göre İsveç’te yaşayan bir yazarın Nobel Ödül Komitesi’ne onu kötülemesi yüzünden bu ödülü alamamıştır.

Hayatının belli noktalarında yaşadığı acı kayıplar onda tarifi mümkün olmayan yaralar açmıştır. Daha 4,5 yaşındayken gözlerinin önünde katledilen babasının ölümünden sonra dili bağlanmış ve bir süre kekeme kalmıştır. Çok geçmeden ona saz çalmayı öğreten okul arkadaşını kaybetmiş ve yine derinlerde bir yerde mahzunlaşmıştır. Aradan seneler geçtikten sonra, önce 2001 yılında eşini, ardından değerli dostu Elia Kazan’ı 2003 yılında kaybetmesinin ardından üzüntüsünü şu sözleriyle dile getirir:

Dün gece duydum Elia Kazan’ın öldüğünü. Yavaş yavaş ölümlere alışıyorum. Gene de çok üzüldüm. Her büyük sanatçı gibi alçakgönüllüydü. Onun için önemli ya da önemsiz bir duygu, bir davranış yoktu. Kazan, çağımızın en büyük sinemacılarından biriydi. Sinemaya yenilik getirenlerdendi. Eisenstein, Pudovkin gibi altın kapıdan geçenlerdendi. Elia Kazan bir Anadoluluydu. Türkiye’den dört yaşında ayrılmıştı ya, Anadolu’yu hiç unutmamıştı. Belki insan her yaşında çocukluğudur. Elia Kazan’ı tanıyıp da bunu böyle düşünmemenin mümkünü yok. Her zaman, doksan yaşında da bir çocuktu. Biraz da hınzır bir çocuk. Ve bu çocuğun, belki de bu huyu yüzünden doğduğu ülke hep yüreğindeydi.

İlk evliliğinden bir oğlu olan yazar, hayatını kaybettiği 28 Şubat 2015’e kadar Basınköy’deki evinde yaşamakta ve edebî faaliyetlerini sürdürmekteydi.

Arkasında birbirinden değerli röportaj, öykü, roman, anı, derleme, söyleşi, deneme, oyun, fıkra, makale ve senaryo bırakan yazar hakkında arkadaşı Zeynep Oral şöyle bir hikâye anlatır “O Güzel İnsanlar” adlı kitabında:

“2007 yılı. Sonbahar. İtalya’nın ünlü La Scala Operası’nda Yaşar Kemal’in 1953’te yazdığı “Teneke” operasının prömiyeri var. Milan’dayım.

Eseri besteleyen Fabio Vacchi… Sahneye koyan sinema dünyasının efsanevi yönetmeni Ermanno Olmi… Sahne ve kostüm tasarımını yapan ünlü heykeltıraş Arnaldo Pomodoro… Benim ‘devlerin buluşması’ diye nitelediğim muhteşem bir yaratıcı ekip!
Görkemli opera salonu ağzına dek doluydu. Şeref locasında ev sahibi rolünde kraliçe edasıyla oturan Leyla Gencer’in yanında Yaşar Kemal, kocaman bir çocuktan farksızdı… Heyecanını gizlemeye çalışan kocaman bir çocuk…
Opera sona erip, millet ayağa fırlayıp alkışladığında, tüm kadroyla birlikte Yaşar Kemal de sahnedeydi…

Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Durdu durdu, herkesle birlikte birkaç kez selam verdi, sonra… Sonra bir anda döndü, hemen yanı başında duran Arnaldo Pomodora’yı kucaklayıverdi. Ama ne kucaklayış! Sıcaklığı, tüm operayı sardı! Adamın ayakları yerden kesildi; Yaşar’ın kollarında kayboluverdi! Sanki “Sen misin Anadolu’yu sahneye taşıyan, işte Anadolu kucaklaşması” der gibiydi…

Bu sahneyi benim gibi gözyaşlarıyla izleyen bir İtalyan arkadaşım, sonradan şöyle diyecekti: O kucaklaşma anı, tıpkı romanları gibiydi. Öylesine sahici…”

İşte o, yüreğimizin ta derinlerinden kopup gelmeyi başardığı için içimizden biri olmuştu. Sahiciliği de bundandı. Edasıyla, yazınıyla, yüreğiyle koskoca bir romandı onun hayat hikâyesi. Vefatının ardından dış basında dahi onlarca haber yapıldı ve ondan hep övgüyle bahsedildi.

Eğitimini düzenli bir şekilde tamamlama imkânı bulamamış olmasına karşın, 1942-44 yılları arasında Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalıştığı zamanlarda okuduğu yüzlerce klasik eser onun sanat anlayışını şekillendirmişti. Her eseriyle bağlı olduğu fikir ve anlayışları aktarmaya çalışmış ve hayat mücadelesinden asla vazgeçmemişti. Bu mücadeleyi kendisi bizzat şöyle açıklar:

“Bu bütün bir savaştır, bir dünyayı kurtarma savaşıdır. İnsanoğlunun alın terini kurtarmaya, insanoğlunun insanlığını, insanoğlunun insani değerlerini kurtarmaya çalışırken insanoğlunun üstünde yaşadığı doğayı da kurtarmaya çalışıyoruz.”

Doğadan, insandan ve insanlıktan ümidini kesmeyen güzel adam Yaşar Kemal’e sevgilerle…