Sepin Sinanlıoğlu’nun Sepin Kafası podcastini dinlerken sevgili Sepin bizi alışılmış kalıplarla kendimizi tanıtmak yerine bir yer üzerinden tanıtmaya davet eder. Bu davet, beni bir hayli tedirgin etmişti. Çünkü düşündükçe kendimi anlatabilecek bir şehir, bir ülke bulamadığımı fark edip aidiyet kavramımı sorgulamıştım.

Tam da bu düşüncelerimin odağındayken Ayşegül Yazmacı’nın Semtin Çocukları kitabı ile buluştum. Ayşegül, doğup büyüdüğü Beşiktaş’ta yaşanan olayları bu kez erkek eksenli bir olay öyküsü ile bize sunuyordu. Sepin’in söyledikleri, Ayşegül’ün anlattıkları tesadüf olamazdı, benim bu canım kadınların söylemleri ile eşzamanlı buluşmamın bir anlamı olmalıydı.

Ben biyografimi bir yer üzerinden anlatmak için kafa yorarken Ayşegül’e de sorularımı ilettim. Sevgili Ayşegül ile pandemi sürecinde ilk kitabı Görülmeyen Hikâyeler üzerine bir röportaj gerçekleştirmiştik. Bu röportajımızda coğrafyamıza özgü sorunlardan biri hâline gelen “kadın” ve cinsiyet eşitsizliği problemlerinden söz etmiş, kafa yorduğumuz ortak meseleler üzerine konuşmanın doyumunu yaşamıştık. Bugün de sizleri The Kitap etiketiyle raflarda yerini alan Semtin Çocukları üzerinden erkin erkeklere neler yaptığını, evlilik kurumunu, ebeveyn olabilme ve duygularımızın kabulü gibi birçok konuyu konuştuğumuz röportajımızı okumaya davet ediyorum.

Keyifli okumalar.

Görülmeyen Hikâyeler üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajda Semtin Çocukları üzerine çalıştığını bize müjdelemiştin. 2022 yılının Mart ayında The Kitap etiketiyle okurlarla buluşan hikâye kitabında tek mekân kullanıldığını görüyoruz. Hikâyeler Beşiktaş’ta geçiyor. Tek mekân kullanımına nasıl karar verdin?

Mekânların, özellikle de doğup büyüdüğümüz semtin ve çevrenin insanın üzerinde büyük etkileri olduğunu düşünüyorum. Ben de Beşiktaş’ta doğup büyüdüm ve en köklü anılarımın, ilk aşkımın, beni yoğurup şekillendiren her şeyin merkezi Beşiktaş. Başka bir yerden dönerken semte girdiğim anda eve gelmiş gibi hissederdim, güven verirdi orası bana hep. Hayatımda bu kadar önemli bir yere sahip olan semti, ürettiğim bir şeylerin içinde kullanmamam söz konusu olamazdı. Beşiktaş bana çok şey kattı, ben de ona olabildiğince kalıcı bir selam çakmak istedim. Bana yıllarca verdiklerini, yaratıcılıkla ve duygularla harmanlayıp minnetimi sundum.

Kitaba da adını veren Semtin Çocukları hikâyende bir semtte büyüyen ama sonra işleri, evlilikleri nedeniyle dağılan, artık 40’lı yaşlarını süren on bir adamın çocukluk arkadaşlarının cenazesinde bir araya gelmesini okuyoruz. Ayrılırken yeniden görüşebilmek için sözleşiyorlar ama biliyorlar ki bir sonraki buluşmaları yine bir cenaze nedeniyle olacak. Peki sence hayatımızın merkezini oluşturan, bu kadar değer verdiğimiz şeyleri neden ikinci plana atıyoruz? Hayat gailesi işte deyip geçiştirdiğimiz şeyler aslında bizim hayatımızın ta kendisi değil mi?

Sistem, bizi merkezimizden uzaklaştırmak için elinden geleni yaptı, biz de mis gibi o tuzağa düştük. Para kazanmak her şeyin ötesinde artık. Bir yaştan sonra, tek düşüncemiz beslenme, barınma ve temel enerji kaynaklarına rahat ulaşma… Hep bir endişe ve panik hâli… Semtin Çocukları hikâyesinin geçtiği dönem iyi zamanlarımızdı bir de, şimdi durum daha da kötüleşti. Kimsenin değil başkasına, kendine bile ayıracak zamanı yok maalesef. Değerler sistemimiz çöktü. Evet çok karamsar gelebilir buraya kadar ama bunlar gerçekler. Sorumlu, kötü ekonomi; ne zaman ki ekonomi düzelir, biz o özlediğimiz ve değer verdiğimiz her şeye yeniden koşarız, buna inanıyorum. Biraz daha sabır.

Ameliyat Yeri hikâyende Hakan’ın babasının sürekli iş için imaları ile rahatsızlık duyuyoruz. Hakan bir ameliyat geçirdiği için evde şu an ve ben istemsizce onu savunurken buluyorum kendimi. Sanırım henüz on yedi aydır anne olmayı deneyimlediğim için garip geliyor bana. Ancak çevremde istisnasız gözlemlediğim bir şey var: Anne baba olmayı çocuğun altının temiz olması, karnının tok olması zannedip fiziksel bakımı öncelemek, biraz büyüdükçe de okul başarısını konuşmak ebeveynliğin temel unsuru olarak algılanıyor. Çocuğun duygusal ihtiyaçları nerede peki diye düşünüyorum hep. Mutluluğu başarı ile özdeşleştirme hâli rahatsız ediyor beni. Sence ebeveynler neden çocuğunun iş sahibi olmasına, başarılı olmasına bu kadar odaklanıyor?

Ebeveynler başka bir şey görmemişler de ondan; zaten pedagoji de biz çocukken ülkeye henüz giriş yapmamıştı 🙂 Aileler, ancak okulu bitirip işe girdiklerinde, evlendiklerinde, çocuk yaptıklarında, o arada da ev ve araba sahibi olduklarında çocuklarının gerçekten mutlu olacaklarına inanıyorlar. Aslında, onların mutluluğundan ziyade kendi görevlerini yerine getirmiş olmanın hazzını tatmak istiyorlar. Bu görevin de çocuğun mutluluğuyla çok ilgisi yok çünkü görünür olmalı, somut olmalı… Yine dönüp dolaşıp geldik mi ekonomiye Tuba 🙂 Aile geleneği gibi nesilden nesle aktarılan bu baskıyı yeni yeni kırabilen ebeveynler gördüğümde çok mutlu oluyorum. Benim de 22 aylık bir yeğenim var, Masal. Daha şimdiden yaklaşımımız, kendi ebeveynlerimizinkinden çok farklı. Vicdanlı, merhametli, bu dünyayı ve kurallarını anlayabilen, özünü hissedebilen, mutlu insanlar olsunlar; bunu bütün kalbimle diliyorum.

Beni Beşiktaş’a Götür hikâyende Akkadın’ın ilk kez İstanbul’u görmesi ama sonra köyünü daha güzel bulması gülümsetti beni. Yıllarca kocasının başının etini yiyip de bir hayalini gerçekleştirmesi hüzünlü bir hikâye. Ancak hayaller, hayal olarak kaldığı sürece güzel sanırım ne dersin? Akkadın da hayaline kavuşunca büyüsü bozuluyor mu yoksa bu hikâye üzerinden aidiyet kavramını mı konuşmalıyız?

Bazen hayalimiz dediğimiz şey hayalimiz olmayabiliyor. Bazen sadece istemek istiyoruz, ne istediğimizi bilmiyoruz. Onun gerçekten istediğimiz şey olup olmadığını da ancak ulaştıktan sonra anlayabiliyoruz. Akkadın’ın yaşadığı da o. Biraz kapris, biraz haklı çıkmak istediği için bu dileğini sık sık hatırlatma… Aslında, hepsi değerli hissetme ihtiyacı ama işte şartlar el verdiğince. Yıllarca küçücük bir alanda sıkışmış hayatlarından, büyük ve parlak şehirlere geldiklerinde anksiyete geçiren insanlar bile gördüm. Kolay değildir; aidiyet duygusunu kaybetmek, bir insan için sanırım en sert tecrübelerden biri olsa gerek. Bu noktaya kadar Akkadın’ı anlayabiliriz; sonrası ve köye döndükten sonraki tepkisi, açıkça nankörlük. Akkadın da böyle bir karakter.

Silgi hikâyeni özellikle konuşmak istiyorum. Efe özel bir çocuk ama ben Efe’ye karşı takınılan sınıf arkadaşlarının tavrını konuşmak istiyorum. Belki sınıf arkadaşları fiziksel şiddete başvurmuyor, kötü davranmıyor ancak Efe’yi kabul de etmiyorlar. Efe’nin uğradığı ötekileştirmeye dair neler söylemek istersin?

Efe, tam da o lise ergenliği hoyratlığının ortasında, belki de kendi farklılıklarının farkında bile olmadan o ortamda tutunmaya çalışıyor. ‘’Öteki’’ye karşı takınılan olumlu ya da olumsuz tüm tavırları kabullenmekten başka şansı yok. İnsanlığın en karanlık taraflarından biri sanırım ötekileştirme. Bunun için illaki fiziksel ya da zihinsel farklılığa da gerek yok. Gayet ‘’normal’’ olsanız bile, sırf bir gruptan biraz aykırı ve ayrık olduğunuz için ötekileştirilmeye uğrayabilirsiniz. İşte böyle okul sıralarında, mahallede, oyunlarda başlayan bu durum insanların tüm hayatına yayılabiliyor. Sonra nesillere ve hatta bir ülkenin geneline. Bizi de bu ötekileştirme bugünlere getirmedi mi!   

Yine aynı hikâyede Efe’nin yazılı sınav esnasında arkadaşının kağıdından cevapları geçirme anına tanıklık ediyoruz. Ancak Efe bir an öğretmeni ile göz göze geliyor ve bütün kağıdını siliyor. Efe’nin o birkaç saniyede yaşadığı suçluluk duygusu ve bu duygunun ortaya çıkardığı tavır, çağımız insan tavrı açısından da değerlendirildiğinde bizleri hayrete sürükleyebilecek kadar temiz ve dürüst kalıyor. Büyüdükçe duygularımız, davranışlarımız neden özündeki temizliği kaybediyor?

Efe, suçluluktan ziyade kendisine yapılan pozitif ayrımcılığın farkına varıp bunu gururuna yediremiyor aslında. Bunu tabii ki suçluluk ve pişmanlık takip ediyor. Bu duygular ne kadar bilindik ve doğal olsa da bunları yaşamanın ve birilerinde bu duyguları samimiyetle görmenin maalesef ki artık hayrete düşürücü bir etkisi var.

Bizi tecrübeler büyütüyor. Gerçekten büyüyüp olgunlaşmak için de bu tecrübelerin biraz sert olması gerekiyor sanırım; kural bu. Bunların da bizi ne kadar kendilerine benzeteceğini ya da bizim ne kadar özümüzdeki o saf inanca tutunduğumuzu da tercihlerimiz belirliyor. Kendime bir süredir sık sık, özellikle de kötü hissettiren tecrübelerimden sonra şunu söylüyorum: ‘’Ben bu duruma inanıp kendi bildiğim yoldan şaşmayacağım, ona/onlara benzemeyeceğim.’’ Yoksa kötüleşmek çok kolay.

Ekmekçi Ali Dede hikâyende Ali Dede soruyor ya neden yaşıyorum ben diye. Sahi insan ne için yaşıyor Ayşegül?

İçgüdüsel olarak hayatta kalıyoruz ama bu gerçekten yaşamak mı, o tartışılır. Ben kendimi şanslı hissediyorum çünkü bu sorunun cevabını uzun bir süre düşündükten sonra öyle bir olay ve duyguyla geldi ki, ‘’Hehhh…’’ dedim, ‘’Buymuş.’’ Benimkisi, iletişim, üretmek, paylaşmak, birilerinin hayatına dokunmak… Herkesin yaşamak için bir sebebi var, mesele onu bulmakta. Bu tıpkı Ali Dede gibi tek bir an da olabilir, yıllara da yayılabilir. Benim de okura sorum olsun: Onu arayıp bulmaya cesaretiniz var mı?

Kokoreç hikâyende boşanma üzerine biraz kafa yordum. Rıfat eşi Pakize ile kendini uyumlu hissetmiyor ancak boşanma üzerine bir sebep göstermek istediğinde “geçerli” bir sebep (ne demekse bu!) bulamadığına karar veriyor. Boşanmak için dayak, aldatma gibi somut bir sebep arama yanılgısına düşüyoruz toplumsal yapımız gereği. Sorduklarında gerçek(!) bir sebep sunmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Uyumsuzluk yeteri kadar iyi bir sebep değil mi?

Uyumsuzluk, belki de en geçerli sebep. Bütün diğer soyut ya da somut sorunların kökeninde bu sebep yatıyor. Bunu fark edip, ‘’Ya bu bana göre değil.’’ deyip yol veremiyor kimse birbirine. Korkular ve egolar ağır basıyor genelde. Birbirini değiştirme yarışına giriyor birliktelikler ya da evlilikler. Uyumlanmak istemeyene, geçinmeye gönlü olmayana hiçbir şey yaptıramazsınız. Gönül bağı önemli olan; o kopunca kağıt üzerinde evli kalsanız ne kalmasanız ne… Ayrıca kimseye açıklama yapmak zorunda da değil kimse. Bazı duygular vardır, açıklanamazlar.

Kelle hikâyende bir mahalle yaşamına ve hatta farklılıkların bir arada dayanışmayla, mutlulukla yaşamasına tanıklık ediyoruz. Aynı mahallede, aynı şehirde, aynı ülkede birçok ırk, medeniyet uyum hâlinde, kardeşçe yaşarken bunca ayrışma hikâyemiz nasıl başladı sence? Biz ne ara kendimizden olmayanı düşman belledik Ayşegül? Belki de daha da derinleri konuşmamız lazım. Bunca düşmanlık bize ne kazandırdı, ne kaybettirdi?

Bir jenerasyon vardı bu birlikteliği kuran ve yaşatan; onlar ölünce biz devam ettiremedik bu durumu. Biz de zaten ucundan kıyısından yetişmiştik. İyi ki de yetişmişiz. Ve sanıyorum bu ayrışmanın en keskin kendini belli ettiği yer teknolojinin hayatımızın göbeğine oturup orada hızla büyümeye başlaması. Yanlış anlaşılmasın, teknolojiyi çok seviyorum ama insanlığımızdan götürdüklerini de her fırsatta çok sert eleştiriyorum. Tabii şimdi bütün suçu teknolojiye atmak olmaz. Düşmanlık, insanoğlunun tarihinin başlığı gibi bir şey neredeyse. Gitgide kötüleştiği ve teknoloji sayesinde yaygınlaştığı için kaçacak yerimiz kalmadı. Bu durumdan da hiçbir kazancımız olmadı, kaybımız ise çok. Düşmanlık, sadece birbirimize karşı değil çünkü. Çocuğa düşman, kadına düşman, eşcinsele düşman, doğaya düşman bir zihniyetin eline düştük. Ama iyileşeceğiz, ben inanıyorum, az kaldı…

Kir hikâyende Beşiktaş-Üsküdar motorunda tayfalık yapan Fikret’in cezaevine düşme sürecini okuyoruz. Fikret, teknenin arkasında unutulan yasak ilan edilmiş bir kitabı okuduğu için düşünce suçlusu ilan ediliyor. Dünya siyasi tarihine de baktığımızda meydanlarda yakılan kitaplar olduğunu biliyoruz. Kitapların, tiyatro eserlerinin, sanat eserlerinin yasaklanması üzerine neler söylemek istersin? Bir sanat eseri mevcudiyeti ile siyasi erk için ne gibi bir tehlike oluşturuyor?

Aman birisi bir şey okur, bir şey izler, bir şey duyar da kafası açılır, aydınlanır diye ödleri kopuyor. Onlara köle lazım, sorgulamadan oynatacakları kuklalar lazım. Onların bu kara düzenlerine çomak sokacak en ufak şeye tahammülleri yok. O korkularını görmek bir taraftan da hoşuma gidiyor. Çünkü biliyorlar ki, birinde yanan küçücük ışık, mutlaka onun çevresinden birilerine de yansıyacaktır. O ışık da büyüyüp onların karanlığını yok edecektir ki nihai sonuç budur. Sırf bu korkuyla yaşadıklarını bilmek bile onlar için acınası. Hiçbir dönemde böylelerine boyun eğilmedi ve hiçbir zaman yasağın cezbediciliğini anlayamadılar. Yasak ne ayol demek istiyorum 🙂

Öğleden Sonra Uykuları hikâyen aracılığıyla da aile olup yan yana olmayı ama en özel şeyleri konuşamamayı biraz dillendirelim istedim. Ebeveynlerimize kalbimizi tam anlamıyla açamamamızın sonuçlarını, duygularımızın ebeveynlerimiz tarafından kabul görmemesinin sonuçlarını, belki de bedelini sence hayatımızın temel sayılabilecek diğer ilişkilerinde nasıl ortaya koyuyoruz? Biz kendimizi tanımaya başladığımız, bir kişilik, bir tavır oluşturmaya başladığımız ilk çocukluk dönemimiz itibarıyla kabul görmeyen duygularımızı bastırarak “yetişkin” adı altında bir canlıya mı dönüşüyoruz?

Bir insanın en büyük ihtiyaçlarından biri, gerçek bir yakınının olması, en az bir kişiye sahici bir yakınlık duyabilmesi bence. Buna ister aile ister arkadaş ister dost ister sevgili deyin… Her ne yaparsak yapalım bizim tarafımızda olacağını bildiğimiz ve yargılanmayacağımızdan emin olduğumuz ilişkiler öyle kıymetli ki. Bunu, hayata karşı şekillenirken ebeveynlerden edinemiyorsanız, dışarıda aramaya başlıyorsunuz. Kafadan bir sıfır mağlupsunuz yani. O doğru insanlara temas edene kadar biraz hırpalanıyorsunuz ve içinizdeki o boşluk, dolacağı yerde daha da oyulabiliyor. Yeni kurulan ilişkilere içinizdeki derin kuyunun dibinden sesinizi duyurmaya çalışıyorsunuz bu sefer. İfade edememek, kabul görememek, kendini bile kabul etmene izin verilmeyen gelenekselcilik, aslında sahte bir insan kurguluyor. Aslında ‘’yetişemiyorsunuz’’ ama size yetişkin diyorlar.