Beyoğlu, Nişantaşı’nda geçer çocukluğu. Kirkor Usta’yı da, Madam Sophie’yi de, Terzi Abraham’ı da, Bakkal Hüseyin’i de tanır. Ege otlarından Rum pilakisine, Ermeni topiğine… Hani ne derler, sanki bugünmüş gibi. Zaman hiç geçmemişcesine. Evet, çok kültürlülüğü deneyimler o yaşında ve aslında kendi de dahil kimse farkına varmadan sonrasının ilk yol ayrımlarına yönelmiştir bile. Görgüleri, iletişim ve davranış kodları, ananeleriyle birbirinden ayrı ve bir o kadar da birbirinin aynı insanlar arasındadır. Yazları Heybeli Ada, Büyük Ada. Ama Füruzan’ın öyküsündeki Büyük Ada bu bahsettiğim.

Şimdi rutubet gibi içe işleyen o garip hüzün duygusu, sisli sabahları içinde eriten. Silme eflatuna, sulandırılmış erguvan ve pembe tonlara kesmiş anılar. Yaşanmışlıklar.

Mesela, Dolapdere’de bir yazlık sinema. Henüz beş buçuk yaşında Özden Özgürdal. Tahta iskemleler, renkli ampuller. Sadri, Filiz, Türkan, Kartal, Yılmaz, Fikretli afişler.

Işıklar söner. Gözü kocaman perdededir. Bir bebek ağlamaktadır, annesi usulca eğilir kulağına, “O bebek kim biliyor musun?” diye sorar. Omuz kaldırır isteksizce, nereden bilecektir ki zaten. “Sensin!” Donakalır. “O bebek, sensin.”

Horoz Nuri filmi. Sadri Alışık, Vahi Öz başrollerde. Zuhal Tan da olmalı. Özgen Özgürdal, Mualla Sürer’in kucağında…

Anne baba ayrılığı, film setleri. Necdet Tosun, Reha Yurdakul, Aliye Rona, Turgut Boralı, Nevzat Okçugil, Adile Naşitli film setleri, set araları. Evet, Adile Naşit için Özden’in yeri apayrıdır. Oğlu Ahmet’i andırmaktadır çünkü… Ne zaman yüzüne baksa, gözlerinin dolması bundandır hep.

Yetmişli yılların ikinci yarısında “Bitirimler Sınıfı”nda Sezer İnanoğlu, Perihan Savaş, Aydemir Akbaş, Adile Naşit, Reha Fosforoğlu ile kamera karşısındadır Özden Özgürdal. Küçük adımlara ilerlemektedir. Şöyle bir düşününce, neredeyse dönemin tüm ünlü oyuncuları onun ağabey ve ablalarıymış. Ne tuhaf, çocukluğunun sinemalarında şimdi ama çocuk değil. Sırra kadem basmış tüm o güzellikler, ince duyarlılıklardan geriye kalan sadece kırıklık, düşbozumları… O eprimiş, renkleri birbirine karışmış iç acıları. O günlerin içinden çıkıp gelen bir fotoğraf canlanıyor belleğinde. Anılarında hep var olacak, Özden Özgürdal’i hiç terk etmeyecek olan bir fotoğraf bu.
Gün sonu. İnce, toz gibi bir yağmur. Pencerelerde isli, yorgun gölgeler. Hepsi alkol vurgunu. Yıpranmış.
“Çocuk! Baksana. Şimdi sana vermezler… İki bira al bakkaldan. Cahide Sonku istiyor de. Unutma! Cahide Sonku istiyor de.”
Susuyor. Füsun Erbulak’ın anlattığı bir başka Cahide Sonku’yu hatırlıyorum şimdi. Bazen sözcükler ne çabuk tükeniveriyor. Öyle ansızın, durup dururken… Yalnızlığın dölyatağında çoğalan elem ürkütüyor beni. Issızlığa demir atışım bundan olmalı. “Biliyor musun hazin ayrılıklar yaşadık.” diyor. İrkiliyorum. Geçmişle bugün arasında gidip gelmelerin yorgunluğunu hissediyorum kemiklerimde.
“Evladım… Güzel oğlum… Sepette para var, bir zahmet fırından ekmek alıver bana.” Suzan Yakar pencere pervazına dayamış elini. Kırık, dağılmış. Aldırışsız. Erken unutulmuşluğun dramı bu. Belki de hiçbiri. Ya da hepsi.
“Hulusi Kentmen ile matematik çalışırdık çekim aralarında. Aliye Rona kucağında uyuturdu. Nubar Terziyan elimden sımsıkı tutup karşıdan karşıya geçirirdi.”
Ve günlerden bir gün Aliye Rona şöhreti anlatır Özden Özgürdal’a. Alkışların, hayranların, o ışıltının gerçekte ne olmadığını anlatır.
“Şöhret hastalıktır. Kapıdan giren, her nasılsa pencere aralığından çıkıp giden bir rüzgardır özünde. Aslolan o rüzgara karşı koyabilmek, eğilmemek, o esintiye kapılmamaktır..”
Burada, tam da zurnanın zırt dediği yerde duralım biraz.
Yanılmış olamam, onulmaz bir acı, nasıl desem hüzün sinmiş yüz çizgilerine bir o kadar da kahkaha. Kurumuş bir damla kanın ağdaladığı çilek reçeli yapışıp kalmış dudağının kenarında. İnişler, çıkışlar, reddedilmeler, dışlanmalar, kovuluşlar, her defasında yeniden başlamak. Direnmek.
“Hayat bir seçim sanatıdır. Ve her tercihin bir bedeli vardır. Televizyon kanallarının bizleri en çok tercih ettiği dönemlerde tiyatro yaptım sadece. Ünü, parayı geri çevirdim. Hiç ihanet etmedim tiyatroya. Hep bir ön sevişme tadında yaşadım tiyatroyu..”
“Setin, sinemanın, tiyatronun adaplarını, kulisin ruhunu bilmeyen tiyatrocu olamaz gerçek anlamda. Mümkün değil bu..”
“Pollyanna’nın kuzeni ya da ağabeysi Paul’üm ben. Ve hep öyle kalacağımı da biliyorum..”
İçini esirgemeksizin, maskelerin ardına çekilmenin huzuruna inat sereserpe gösteren şeffaf adamlardan biri Özden Özgürdal. Riyasız, yalansız. Kendini temize çıkarma derdi olmamış belli. Dikine dikine yaşamayı göze alanlardan. Dahası, anılara borcu olmayanlardan. Gruba karşı nice aşklara tutsak kalmış, ‘şarap rengi’ nice gecenin hüzünlerinden çıkıp gelmiş. En güzel yenilgileri, başarıyı, alkışı doyasıya, pişman olmadan yaşamış biri.
“Bakıyorum da, pek çok arkadaşımız yaptığına inanmıyor, tam olarak önemsemiyor diyelim. Oysa, ‘gibi’ olmaz bu meslek. Öyle yasak savarcasına icra edilmez. Hele ki, saate bakarak oyunculuk yapılmaz. Saate bakacaksan saatçi dükkanında olacaksın kardeşim. Provaya zamanında geleceksin. Ekip ruhuna uyacak, okuyacak, araştıracak, iyi bir öğrenci olacaksın. İyi insan olacaksın her şeyden önce. Müşfik hoca öyle derdi, ‘Önce iyi insan olun, sonrası gelir nasılsa.’ “
“Oyuncu kendine yatırım yapmak zorundadır. Parmağının ucuyla yapılmaz bir iş. ‘Potansiyelimi, oyunculuk tekniğimi nasıl geliştirebilirim, sahnede diğer sanatçı arkadaşlarımın başarı ya da başarısızlığında payım nedir?’ Bu soruların ardında olmak zorundasın. Kendini yenileyecek, samimi olacak, tekrara düşmemeye özen göstereceksin. Hedefini doğru saptayacaksın. Ve devamlılık o kadar önemli ki. Bugün oyna, sonra bırak başka şeylerle uğraş, arada tekrar tiyatro yap. Bu olmaz. Ne yetenekli insanlar bilirim bu söylediklerimi başaramadığından adres şaşırmadı mı, şaşırmıyor mu zaten..”
“Tiyatro her yerde yapılır. İki masa koyar çıkıp oynarsın. Anlatabiliyor muyum, yeter ki o istek olsun.”
“Hep sözünü ettiğim sahne ve kulis adabı var ki, nicedir göz ardı edilmekte. Selama çıkmayan aktörler var, biliyorum. Anlamak mümkün değil bu davranışı. Oyunun 20.30’daysa sen en geç 18.00’de tiyatroda olmak zorundasın. “
“Çocuk tiyatrosunu çok önemsiyorum.. Oyuncu ve izleyici yetişiyor çocuk tiyatrolarından, bu altı çizilmesi gereken bir gerçek.”
“Biliyor musun, 120 yaşına kadar tiyatro yapmak istiyorum. İzleyicimi yaşar kıldığım karakterlerle şaşırtmak. En büyük hayalin dersen, baba çocuk ilişkisine değinen kendi yazacağım bir senaryoyu beyaz perdeye aktarmak.”
“Tiyatronun geleceği mi, evet onca olumsuz koşullara rağmen yıldırım gibi gelen bir kuşak var ki, umutlarımı hep canlı tutma nedenim. Ayrıca Eski Yunan’dan beri kimse gücü yetip de tiyatroyu öldüremedi. Böylesi bir cinayeti yüzyıllardır kimse gerçekleştiremediğine göre bundan sonra da yapamayacak demektir.”
“En tehlikeli hastalık nedir bilir misin? Hazımsızlık. Tek tedavisi var; madem insanı insanlarla anlatan bir sanat dalında uğraş veriyorsun, insan olduğunu hiç unutmayacaksın. Bu kadar basit işte !”
“Hep öğrenci olarak kalacağım. Bir bilen değil, dikkatini çekerim, sadece öğrenci..”