Lizbon, Gün 4, sabah 6. Arka planda çalan Los Chicos Tristes kahveye eşlik etmekle yetinmeyip Şule Gürbüz’e devam etme hevesi uyandırıyor. Kaldığım sayfa ruh hâlime ayna, “Ne güzeldir, kimse bitmemiş, ölmemiş, azalıp eksilmemiş, hayat değişmemiş gibi yaşamaya devam etmek ve ne acıdır bunun tam aksi.”

Yaptığım tekli veya çoklu seyahatlerle Buda’nın sözünün yaşayan şahidi olarak yazıyorum ; You can explore the furthest reaches of the galaxy, of your body, or of your mind, but you will never encounter something that does not change, that has an eternal essence, and that completely satisfies you. 

Ama bana bu sabah ilhamı veren sadece bunlar değil…İnsanın, hâlinin, derdinin diğerleri olan hiç mesafesindeki yakınlığı oluyor…

Hafızam beni üç gün önceye götürüyor. Perşembe günü sabahı, şirket oteli, kahvaltı’da önümde Monocle dergisi. Kapak fotosu merak edenler için aşağıda. Wiser, sharper, smarter bana acaba artık şu takım elbisenin yenisi mi alsam sorusunu sordururak misyonunu tamamlamış görünüyor.

Cuma akşam yemeği, Lizbon emlak sektörü ile orantılı büyüyen arkadaşım Fernando, bankacılığı boşanma sonrası boşluğa düşerek henüz yeni bırakmış Maria ve yıllarca dünyanın galiba her yerini iş sebebiyle gezmiş, yaşı 40 olunca benim neden eşim çocuğum yok diyerek düşüncelere çekilmiş Alice ile akşamüstü buluşması….Herkes pozitif düşüncenin iştah artırıcı etkisiyle başladığı beyaz sangria ile Atalho (Príncipe Real’de bir mekân) ve etraftaki her şeye şükür ve övgüler yağdırıyor. İkinci Sürahi’de hava hakikat’ten yana esmeye başlıyor. Fernando (39) üç kızı ve eşi ile artık kaldıramadığı yoğunluktaki zengin ama yoğun hayatından, Maria (41) 22 yaşından sonra ilk defa yalnız kalışının verdiği boşluktan ve Alice (41) nerede, neyi kaçırdım havasından dem vuruyor.

Roman kahramanı Fahrettin Bey’in dediği gibi, “epey malumatlı ama kıblesiz, ibresi zangır zangır titreyen” bu iyi kalpli insanların benzerleri ve ben aynı şeyleri Moda’da da konuşuyor olabilirdik. Dertler belli mekândan, dilden, dinden bağımsız benzer. Bunu gezen bilir. “Dünyada tükenmez murat var imiş/ Ne alanı gördüm ne murat gördüm” dizelerine selam çakarak kurumsal otelimden hostele geçiyorum o gece. 

Sevgili okur, 42 yaş bence hostel için artık geç kalmış bir yaş. Kalbim onca genç kadın ve adamın, dünyaya geldim, ben özelim, hani benim payım(!) diye saldırdığı bu sofrada, payından fazlasını sürekli aradığı bu telaşa dayanamıyor. Koşulların sefilliği bana küçük burjuva dertlerimi unutturmuş olacak, ben yine de derin uykuya dalmışım.

Sabahın bu saatlerinde muhtemel fırınları, maketleri açacak çalışan kesim, geceyi dışarda geçirmiş evsizler ve ben ışıltısı gitmiş Baxia- Chiado’daki A Padaria Portuguesa önünde kahvemizi bekliyoruz. Telaşa gerek yok. 

Praça das Flores, Pao de Canela önündeyim. Hiçbir mekân ilk müşterisini sevmez bence. Mekânı turistler keşfetmiş ama fiyatlar halen uygun, park hâlâ güzel. Kendine cevapsız sorular sormak için halen ideal yer.

Onca kafa karışıklığı üzerine “Derdin ne?” sorusu çoğu konudaki uzun, karmaşık ve dağınık konuları gerçekliğe çekiyor. Kendime ve başkalarına bu soruyu sorduğumda bazen ödünç dertler, bazen uydurma dertler, bazen dert ile etkileme kaygısı, bazen cidden anlayabildiğim dertler görmüşüm, duymuşum, bilmişim..

Diğer bir anlayışım ise derdin belli bir zamanda var oluşu. Bu zaman bazen bir an olabiliyor, takibi bırakınca kaybolabiliyor. Bazen ise yaşadığın dönemi bir ürünü olduğun için aslında o dönemin ve zamanın kaygı ve derdini taşıyor oluyorsun. Bunu bilmek dertle arana mesafe koyuyor. Yani derdin kendisi değil tecrübe edeni oluyorsun.

Dünyada benzer sosyo-ekonomik sınıftaki çoğu insanın aslında ortalıkta dert diye dillendirdiği, şahsına has olduğunu zannettiği, anlatırsa daha etkileyici ve derin olacağı varsaydığı çoğu konu aslında dönem ve şartların ürünü olmanın sonucu. Bunu bilmek derdine sahip çıkmak ve ona sahici bakabilmek açısından yeni fark ettiğim bir tecrübe oluyor. Bu yazdıklarımdan emin değilim ama inanma yolunu seçerek safımı belirliyorum.

Yarın mesai var toparlayayım. Aklımda cuma akşamından kalma, beni şaşırtan bir konu var. Masadaki onca dert konuşması sonrasında herkes bugün her şey sona erse yaşadıkları için ne hissederdi diye sorduğumda aldığım cevaplar hep olumluydu. Galiba Şule Gürbüz haklı ve onun başlattığı ve benim aldığım dert analizime gerek yok. “Herkes her şey bitince hayatını beğenecekti. Haksızlığa en çok uğrayan, hâlini dışarıdan seyredince, aç yattığı geceleri tokla beraber seyredince kendini, hayatını, ve kaderini nihayet beğenecek ve değişir misin deseler, verir misin deseler değişmeyecek, vermeyecekti”

Kıyamet emeklisi ve yazarına sevgilerimle…