“Eve karşı sürekli bir mücadele hâlinde kadın. Tozlanan sehpalar, masalar, kirlenen lavabolar, biriken bulaşıklar, yapılacak yemekler, yıkanacak çamaşırlar arasında yılgınlığa düşüyor. Bu yılgınlık yavaşlatıyor onu, bir de cümleler. İçinden geçirdiği, dışından söylediği… İçinden mi geçirdi dışından mı söyledi hatırlamıyor bazen.”
Arzu Uçar’ın son kitabı Bir Küçük Delilik’in kitap ile aynı ismi taşıyan ilk öyküsünden bu satırlar.
Böyle oluyordu değil mi? Yanımızdakiyle konuşamamaya başladığımızda çoğalıyordu iç ses. Önce kendi kendimize söyleniyor, ardından eşyalarla konuşmaya başlıyorduk. Ansızın çalan kapı zili de olabilirdi bu, durmaksızın ovduğumuz tencere de. Bir de sürekli ertelenen keyifler; kahve içmek mesela, kitap okumak. Zaman, o sırada bize karşıdır, öyle hissederiz. Sonra günlük rutinlere daha çok sarmaya başlarız. Bunun adı içine kaçmak ya da sığınmak değildir. Bunun adı istenmeyen yalnızlıktır. Yalnızlık! İki insan arasındaki mesafe açıldıkça bireylerin uzağa adımları sıklaşıyordu.
Bir Küçük Delilik, on öyküden oluşuyor. Her birinin hikâyesi birbirinden farklı olsa da öyküler zaman zaman birbirlerinin içinden de geçiyor. Barındırdıkları ortak temalar ve duygu yoğunluğu sizde benzeşik tatlar bırakıyor.
Kitaba adını da veren ilk öykü Bir Küçük Delilik ile son öykü A Noktasından Yusuf’un Kuyusuna’nın ortak bir hikâyenin parçaları olduğunu görüyorsunuz. İlk öyküde yaşamına, hislerine, yalnızlığına kadın kahramanın gözünden baktığınız resme, son öyküde kocasının gözünden bakıyorsunuz. Biri kadın olmanın daha doğrusu bir adamın karısı olmanın hâlleri ve açmazlarıyla karşımızdayken diğeri de koca olmanın getirdiği birtakım sıkıntılar altında ezilip duruyor. Yaşamları ve hayalleri arasında bocalayıp duran zaman içinde birbirlerini de değiştirip dönüştüren başka yönlere savrulan bireyler. Aşk, tutku en çok da hayranlıkla başlayan sonrasında birbirlerine zül ettikleri ilişki, aşkın en ürkütücü hâli.
“-Ha sana dokunmuşum ha suya. Ha sana sarılmışım ha sere serpe uzanıp üstünde suyu kucaklamışım; aynı şey dedim. Yüzü dalgalandı, onunla ilgili ilk defa bir duygumu dile getiriyordum ve bunu öyle garip sözcükler seçerek yapmıştım ki kötü bir şey söylüyorum sandı. Onun hakkında kötü bir şey söyleyemeyecek kadar onu sevdiğimi bilmiyordu, bense asla söylemiyordum.”
Uçar’ın satırlarını okuduğunuzda sözcüklerle kurduğu bağı ve bu bağın oluşturduğu kendine has cümlelerle ortaya çıkan güçlü anlatımı fark ediyor ve pek çok çağdaşına göre yazarı kafanızda ayrı bir yerde konumlandırıyorsunuz. Öykülerde seçilen konulardan çok o konuları ele alış biçimden ve bu biçimin özgünlüğünden geliyor bu farklılık. Üzerinde epey düşünülmüş, çalışılmış metinler zaman zaman sizi matematiğin tuzaklarına düşürse de karakterin yaşadığı ani bir öfkeyi, yalnızlığın çaresizliğini ya da korkuyu anlatırkenki doğallığı, sizi hızla o tuzaklardan kurtarıyor.
Korku öyküsü ile bir kasaba öğretmeninin köpeklerden korkusunu bazen kahramanın monologları ile anlatıyor. Korkuyu işlemiş biçimi dikkat çekici.
“Korku, geceyi artıran bir şey. Korkunun getirdiği karanlık büyüyor gecede. Kim bilir kaç kez, bu odada sabahın olmasını beklerken birbirlerini yiyormuş gibi çıkardıkları sesleri, homurtuları dinleyip durmasaydım, iyice kapattığıma emin olmak için bir gecede on defa yatağımdan kalkıp kapıyı kontrol etmeseydim belki şu an dışarısı daha az karanlık olacaktı.”
Her Şey Yerli, Herkes Yerinde kitap içinde farklı kurgusuyla en dikkat çekici öykülerden biri. Yolu, yolculuğu, senin onda, onun sende bıraktıklarını vurucu bir farkındalıkla anlatıyor. Aklınıza Kavafis’i taşımaması neredeyse imkânsız.
“Kimsenin bir yere gidip döndüğü yok. Yer değiştiren sadece benim. Ben de orada ve burada aynı ben değilim.”
Diyelim ki Ben Madonna’yım adlı öyküde bir gün popstar olma hayalleri kuran, okulda tacize uğrayan küçük bir kızın varoluş mücadelesini okurken Bedduası Tavşanı’nda vicdan azabının peşinizi bırakmaması karşısında bedduanın varlığına ve gücene inanıyorsunuz. Bir Aşk Meselesi’nde ise aşkın nelere kadir olabileceğinden çok zihninin dehlizlerini, isteklerin açmazlarını kendimize ve duygularımıza koyduğumuz ya da koymak zorunda olduğumuz engelleri, farkında olduğumuz kötülüğü, en zorunun da insanın duyguları ile yaptığı savaşın olduğunu okuyorsunuz.
“Yalnızlık içindeki modern bireylerin ve emeğinin karşılığını alamayan, hakkını aramaya çalıştığında eziyet gören insanların hikâyeleri içimi sıktı. Cinsiyetçi bakış açısına maruz kalan, zekâlarıyla takdir edilmeyen, çalışma hayatında tacize uğrayan kadınların anlatıldığı yerleri odamda ve yalnızken okudum.”
Toplumla birey arasındaki çatışmanın, yanlışın doğru, doğrunun yanlış olabileceğinin, ölüm korkusunun ne denli güçlü bir duygu olduğunun hikâyesi Vatan Haini. Devlet ne? Katil kim? Bir daha düşünebilirsiniz!
Orta Yaş Oyunu, sizi gerçekten de tam bir oyunun içine sokuyor. Üstelik oyunculardan biri, bir koltuk.
Küçük Prensin Büyük Acıları; otoritenin simgesi asker bir baba, adeta kendi çocuklarını dişlileri arasında un ufak eden, otoriteye karşıyken onun bir parçası hâline gelen çocuk, en çok da istemediği babasına benzeyen! Hatırlatıyor size öldürmek öldürmektir, net!
“Ben hayatım boyunca ölümleri seyredip durdum. Çocukların ve ağaçların ölümlerini. Çocuklar ölürken ağaçlar mutlaka yanar ya da tam tersi. Babam vurur, annem temiz çarşaflar serer misafir odasına. Bense merhamet eder ve sızlanırım. Eyleme geçtiğimde ise erkenden salıverirler beni.”
Uçar, bir diğer öykü Ophelia’nın Beklenen Doğumu’nda çocuk sahibi olmak isteyen bir çiftin hikâyesini Shakespeare’in Hamlet’ine göndermelerle anlatıyor, ince bir kurgu ile karşı karşıyasınız.
“Fırat’a yakın Kerbela diye bir yer vardır. Çölün ortasında tek başına kuru bir ağaç dikili durur. Çok uzaklardan görülebilir.” “Bir martıyım ben! … Yavrum için duyduğum sürekli korku…” “Artık binlerce yüzyıldır yeryüzü tek bir canlı varlık taşımıyor üzerinde ve bu zavallı ay boşu boşuna yakıyor fenerini.” “Göksel yataktan bıkar şehvet,/ Yanımda yatan ışıl ışıl bir melek olsa da./ Bıkar ve leş aramaya çıkar sonunda.”
Uçar, öyküleri ile bizi sadece modern şehirli insanların yaşamlarına konuk etmiyor. Terk edilmiş bir köyde tekdüze bir hayat süren adamın öfkesine, küçük bir kasaba öğretmeninin korkularına, varlığını ispatlamak, görünür olmak için ünlü olmaya çalışan küçük kızın hayallerine de götürüyor. Olayların tanığı olmak bir yana size ısrarla duyguların tanığı olmanız için çağrıda bulunuyor. Her şeyin değişip dönüşebileceğine, karşı olduğunuz şeyin tam da ortasında kendinizi bulabileceğinize, insana ille de insanın duygularına işaret ediyor. Onun öykülerinde zaman zaman, gerçek oyuna; oyun, gerçeğe dönüşüyor hatta bazen sizi de o oyunun içine katıyor. Öyle bir zaman geliyor ki bu insan bunu yapmaz dediğiniz kişiyi / kahramanı o davranışa iten duygu ve olaylar ile okuru baş başa bırakıyor. Düşündürüyor.
Deli; deliliğinde diretse, bilge olur çıkar,” der, William Blake. Düşünelim.
*Başlık: Samuel Beckett
*Aralık 2019
Anadolu Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Maliye bölümünden mezun oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nde İnsan Kaynakları okudu. Uzun yıllar çok uluslu şirketlerin Lojistik ve Finans birimlerinde üst düzey yöneticilik yaptı. Halen kurumsal firmalara danışmanlık yapıyor. Birçok STK’da gönüllü olarak çalıştı, bireysel yardım projeleri aktif olarak devam ediyor. Yollar, kitaplar ve fotoğraf en büyük tutkusu. İlk kişisel fotoğraf sergisini 2018 yılında açtı. Kafalar Hep Karışık projesinde yer almaktan mutluluk duyuyor. Şiire, yollara, çocuklara ve gelecek güzel günlere inanıyor. Çizdiğini yazdığını kendine saklıyor. Okuyor, okuyor okuyor…