Kitaplarla kurduğum bağı bazen diğer her şeyle özellikle de insanlarla kurabilmeyi hayal ediyorum. Sanırım bunu başarabilsem çok daha kolay bir yaşamım olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Başladığım her kitapta ilk önce biraz tedirgin oluyorum. Bu buluşmalar benim için önemli saatler oluyor çünkü. Bazı kitaplarla buluşmak ise ruhen bağlamamın da etkisiyle çokça gözyaşını beraberinde getiriyor.

Bugün tam da gözyaşlarıma eşlik eden bir kitap ile buluşturacağım sizleri. Bu kitabın karakterleri ile tanışmanızı, onları tek tek sizlerle konuşmayı, yazarı sevgili Caner Almaz’ın cümleleri arasında kaybolmanızı çok isterim.

Sevgili Caner Almaz ile yollarımız yıllar öncesinde benim üretmek anlamında yorgun ve kararsız olduğum zamanlarda keşişti. Kurucusu olduğu neokuyorum.org sitesinde yazmam için teşvik etti. Yaptığı yönlendirmelerle bana rehber oldu. Onun güçlü bir kalemi olduğunu biliyordum ama ilk defa bir kurgu eserini okuyacaktım. Beni neler bekliyor heyecanı ile başladığım Everest Yayınları’ndan şubat ayında çıkan Duvarlar romanını kısa sürede bitirdim. Birçok not aldım kurguya, karakterlere dair. Fark ettim ki Duvarlar aslında beni on beş yıl öncesine götürdü. Çalıştığım bir kurumda arkadaşlarımla aynı sırayla kitap okur, okuduklarımız üzerine konuşur ve özellikle de kitabın sonuna hissettiklerimizi yazardık. Okuduklarımızın anlamı çoğalırdı. İlginçtir ki o dönem okuduğum kitapları hâlâ detayları ile hatırlayabiliyorum.

Duvarlar’ı bitirir bitirmez o arkadaşlarıma hemen mesaj attım. Aynı istekle hepsinin Duvarlar‘ı okumasını, romanın üzerine konuşmayı istedim. Konuşacak çok şey, paylaşılacak çok duygu vardı Duvarlar’da.

Sevgili Caner beni kırmadı ve sorularımı yanıtladı. Umarım bende çoğalanlar, sizde anlam bulur.

Keyifle okumanız dileğiyle.

Halil, Birgül, Oğuz ve Aysel’in aynı zaman dilimini kendi pencerelerinde yaşayışına tanıklık ediyoruz. Dört karakter de ben dilini kullanıyor. Bir yazar olarak dört karakterle de hemhal olmayı nasıl başardın?

İlk romanım Yaşamaklar’da da bu biçimdeydi metin. Dört farklı karakter vardı ve her biri kendi hikâyesini anlatıyordu. Bir üçleme yapma çabasında olduğum için bütünlüğü sağlayabilmek adına aynı yöntemle ikinci romanı yazdım. Zorluğu olduğu kadar yazarın elini de rahatlatan bir yol bu. Zor çünkü her karakter için ayrı ayrı mesai harcamak ve o karakterin dilinden, ruh halinden ve dünyasından düşünüp yaratmak gerekiyor. Elimi rahatlattı çünkü Duvarlar’da yer alan iki karakterim Yaşamaklar’da zaten konuşmuştu. Onların dünyalarını tanıyordum fakat zamanda geriye gitmek, görmediğim ve bilmediğim mekânlarını yazmak kolay olmadı. Dönem gereği dikkat etmem gereken çok fazla şey de vardı. Ne kadar zorlasa da çokça keyif aldığım bir süreç olduğunu söylemek istiyorum.

Bu durum üçüncü romanda bozulacak gibi duruyor çünkü iki romanda da hikâyesi tamamlanmamış çok fazla karakterim oldu ve bu kendi adıma cevaplanması gereken soruların biriktiği anlamına geliyor. Yani serinin son romanında metni daha fazla karakterle inşa etmem gerekecek. Bu da ben anlatıcıdan, bilinç akışından vazgeçme ve tanrısal bakış açısına yönelmeme sebep olabilir. Bu çıkmaz şu an için cevabını veremediğim bir soru gibi. Yazmaya çabalayan birinin işi biraz da cevaplar bulmak sanırım.

Bir karakterin başından geçenleri okurken sadece onun yaşadıklarını okuyoruz. Mesela Halil’i okurken bir diğer karakteri yargılamamıza neden olan ya da o karaktere hak vermemizi sağlayan bir detay yok. Okur penceresinden muazzam bir detay. Bütün kitabın sorumluluğunu biz okurlara bırakıyorsun. Bunun özel bir nedeni var mı?

Bunun sebebini ben kendime şöyle açıklıyorum: Biz dünyayı kendi adımıza deneyimliyoruz ve algıladığımız şeyler bir başkasının algıladıklarından farklı olabiliyor. Sözgelimi yan yana iki karakterimiz olsun ve bir trafik kazası geçirsinler. Karakterlerimiz bunu anlatmaya ya da yazmaya çalıştıklarında kendi deneyimledikleri haliyle anlatırlar ve ortaya iki farklı hikâye çıkar. Romanlarımda yapmaya çalıştığım şey de tam olarak buydu. Halil ve Aysel aynı anda Beyazıt’talar, katliamı yaşıyorlar ve fakat farklı duygular doğuruyorlar. Kendi gözlerinden o anları anlatıyorlar. Başka şeylere bakıyorlar, algılayışları farklılaşıyor. Çünkü hepimizin birbirine benzeyen yanları olsa da odaklandığımız ve öncelediğimiz şeyler değişiyor, değişebiliyor. Duvarlar’da herkes aynı derdin düşünde ancak hayat onlara farklı hikâyeler giydiriyor ve ben bunları her birinin gözünden ayrı ayrı anlatmaya çalışıyorum. Aynı dünyayı aynı zamanda fakat farklı hallerde deneyimliyorlar. Metni gerçekçi ve insani kılmamın yolunun bu olduğunu düşündüm ve bunu yapmaya çalıştım.

Bir dönem romanına imza attın. Bu aynı zamanda iyi bir siyasi donanıma sahip olmayı gerektiren bir süreç. Seni tanıdığım için sürece hâkim olduğundan eminim ama kitaba hazırlanırken yeniden okumalar yaptın mı? Biz, nasıl bir çalışmanın ardından Duvarlar ile buluştuk?

Bu soruyu yanıtlamak için notlarımı karıştırdım: Duvarlar’a çalışmaya ve notlar almaya 18 Şubat 2022’de başlamışım. Fakat hikâyenin gelişimi çok daha öncesine dayanıyor. Yaşamaklar yayımlanma sürecindeyken editörüm Devrim Çakır’a bu hikâyeyi bir kuşak anlatısı halinde düşündüğümü ve ilk romandan sonra iki roman daha yazma niyetim olduğunu söyledim. O da eğer niyetim buysa, yani bir dönem romanı yazacaksam Türkiye’nin siyasi tarihini baştan itibaren okumam ve düşünceme bir zemin oluşturmam gerektiğini söyledi. İlk söylediği şey özünde buydu. Yani, hikâyemin elimin altında olması yetmiyordu. Yazacağım insanların o düşüncelere nasıl kapıldığını da anlatmam gerekiyordu. Bunu anlatabilmek için de ülkenin içinde olduğu siyasi durumu özümsemem ve metne yedirmem şarttı. Bu ödev bana o kadar mantıklı geldi ki, bir tarih öğrencisi gibi Osmanlı’nın son döneminden ‘80 darbesine kadarki Türkiye siyasi tarihini aylarca okudum, notlar aldım. Kaynak kitabım Cem Yayınevi’nden çıkan Türkiye Tarihi’ydi, Sina Akşin hocanın yayın yönetmeni olduğu ve Korkut Boratav, Hikmet Özdemir, Mete Tunçay, Cemil Koçak, Ayla Ödekan’ın yazdığı inanılmaz kapsamlı bir ansiklopedi. Bildiğim, yanlış bildiğim, hiç bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki bu süreçte… Ayrıca 70’li yılları, dönemin siyasi vakalarını anlatan yazarları okudum: Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Füruzan, Vedat Türkali, Oya Baydar… Neredeyse repliklerini ezberleyecek kadar çok film seyrettim, Yeşilçam filmleri. Sol tandansa yönelik çok film olduğunu biliyordum, çoğunu da izlemiştim fakat bir o kadar da sağ tandansa film yapılmış, bunu bilmiyordum. Derya Bengi’nin 60’lı, 70’li yılları anlatan resimli kültür, sanat ve müzik derlemelerini inanılmaz keyif alarak okudum. Pek tabii belgeseller… 1 Mayıs 77 ve Beyazıt Katliamı için neredeyse her belgeseli, tanıklıkları izlemeye çalıştım. Bir de 2000’lerde çekilen iki dizi: Çemberimde Gül Oya ve Yeditepe İstanbul. Bu dizilerin ve dizi karakterlerinin hikâyeme katkıları olduğunu duyumsuyorum.

Kitaba bu denli çalışırken düşündüklerim kaybolmasın diye de bir podcast hazırladım. Kendi yolculuğumu anlatırken yazmak eylemi üzerine düşüncelerimi ve deneyimlerimi de paylaşma imkânı bulmuştum. Yazar dostlarımla da sohbetlerimiz yer alıyor. Dinlemek isteyenler için şuraya linkini bırakayım: https://open.spotify.com/show/60gdKUxpCXM3nwT0zrXqnu?si=86a8cf87d8ca4193

Ayrı bir bölümde anlatılmasa da Remzi Abi’nin önemli biri olduğunu düşünüyorum. Halil onun yaptığı işten dolayı değil de insanların içinde bulunduğu durumdan, çatışmadan, bölünmeden, kavgadan, itişmeden mutsuz olduğunu dile getiriyor. Kitapları, edebiyatı, hayatı çok seven, sevdiği kitabı anlatırken bambaşka birine dönüşen Remzi Abi aslında bizim için tanıdık biri, bizden biri. Bizim gibi yazın dünyasında yer alan, nefes almaya çalışan ama bir o kadar yorgun, yılgın ve mutsuz insanların var olma çabasına dair neler söylemek istersin? Biz mutluluğu nerede ıskalıyoruz?

Toplumun genelinin içinde bulunduğu sosyoekonomik ve sosyokültürel zemin düşünüldüğünde yaptığımız işin karşılık görmeyeceğini başından ezberlemiş olmamız gerekirdi. Saf bir iyi niyet ve benzerlerini bulma, keşfetme ve yalnız olmadığını hissetme çabasıyla bu işin içinde yer aldığımızı düşünüyorum bazen. Çoğunlukla maddi ve manevi olarak yorgun, mutsuz etse de bir şekilde varoluşumuza eklediğimiz bir çabaysa bu niyet ve arayış, belki de amacı değil de süreci seviyoruz demektir bu. Yani yolda olma halini sevme. Ülkemizde inandığın yolda yürümenin somut ya da soyut bir karşılığı olmadığı gibi çoğunlukla bir bedeli olduğunu unutuyoruz. Hatamız burada sanırım.

Denizlerin asılma sahnesini anlattığın bir yerde “İnsan yaşıyla değil, yaşadıklarıyla büyüyor.” cümlen dikkatimi çekti. Bu aslında Halil’in babasının “Öldürdüklerini sanıyorlar.” cümlesini anladığı anı simgeliyor. Halil, siyasi olaylara bir şekilde buluşmasaydı bu aydınlanmayı yine de yaşayamaz mıydı? Başka bir cephede olsa da bir olayın gerçek yüzünü anlamak, kavramak mümkün değil mi?

Bu soruya kitabın karakterlerinden Oğuz’un yazdığı “Duvardaki Leke” öyküsünden bir alıntıyla cevap vereyim:

…hayat seni bir tarafı seçmeye mecbur bırakır ve taraf olmazsan zaten bir tarafın olmuş demektir. Tarafsız kalmak, ses çıkarmamak, güçlüden, yani duvardan, yani lekeden yanayım, ona boyun eğiyorum, ona sığınıyorum, ona güveniyorum demektir. Duvara ve lekeye ve bunların doğurduğu türlü gölgeye biat ediyorum demektir. Güçsüzleri en güçsüz bırakan nokta, kendinden bildiklerinin taraftarlıklarını yanlış yorumlamasıdır. Evet, hayat taraf olmalardan ibarettir.

Her taraf aydınlanmasını kendince yaşadığı ve anlamlandırmasını kendi düşüncesine uygun şekilde biçimlendirdiği için olay ve durumlara bakışlar her görüşte değişmiyor mu? Geçen gün Beyazıt Katliamı’na dair izlediğim bir belgeselin altındaki yorumda yapılan katliamın haklılığını savunan yorumlara denk geldim. İnsanların ölmesini, yaralanmasını haklı görecek bir gerçeklik anlayışı, taraf olmanın sonucudur. Bir taraf haklı görürken diğer taraf doğal olarak ölülerini kutsallaştırıyor. Kitap özelinde Halil bu aydınlanmayı o haliyle yaşamayabilirdi. Apolitik kalsaydı her şeye farklı bakabilirdi. Ne zaman ki kendini bir kavgada taraf olarak buluyor, işte sonrasında bir fikre ve onun düşüncelerine karışıyor. Çünkü ülkemizde her topluluk, kitlesini konsolide etmek için kendi doğrusunu empoze etmeye şartlanmış durumda. Bu bugün de geçerli bir durum.

Yine Halil’i anlattığın bölümden bir soru sormak istiyorum. Bunca acıya rağmen neden çıldırmadığımızı anlamadığını dile getiriyor. Son birkaç yılımızı düşünürsek (pandemi, deprem, seçim) aynı cümleyi defalarca ben de kurdum, eminim birçok insan da kurmuştur.  Sahi Caner, neden çıldırmıyoruz?

Bunun sosyolojik olarak şu an olmasa bile önümüzdeki on yıllarda bir yansıması göreceğimizi kestirmek zor değil. İçinde olduğumuz zaman dilimleri pek çok araştırmaya ve teze konu edilecek bence. Hissettiklerimizi bastırarak, öteleyerek, dizginleyerek yaşamayı kanıksadığımızı düşünüyorum. Fakat şunu da unutmamak lazım. Fiziğin temel yasalarından ve benim de en sevdiklerimden biridir etki tepki: Her kuvvete karşılık, her zaman eşit ve ters bir tepki kuvveti doğar. Uygulanan baskı ve kuvvet, şimdi olmasa bile bir zaman, bir yerde eşit ve belki de daha kuvvetli bir nihayete ulaşır. Farkında olmasak bile, herkes kendince bir deliliğin içine hapsolmuş gibi değil mi zaten?

Birgül’e komşuları Nalan Teyze “Ne olacaksın büyüyünce?” sorusunu yöneltince Birgül, “Büyümeyeceğim, hep çocuk kalacağım ve mutlu olacağım,” cevabını hiç düşünmeden veriyor. Birgül şanslı bir çocukluk geçirerek mutluluğu ile çocukluğunu özleştirmiş zihninde. En büyük yaraları da çocukluğumuzda aldığımızı, bugünkü ilişkilerimizi de çocukluğumuzdaki tecrübelerimizle oluşturduğumuz gerçeğini düşününce geçmiş ile mutluluğu acaba karıştırıyor olabilir miyiz diye düşünmekten kendimi alamadım. Ne dersin mutluluk, insanoğlunun kendini, psikolojisini koruma ve hayatını devam ettirebilme(!) yeteneğine dair hatırlamak istedikleri midir?

Bu söylediklerine, mutluluğun tanımına dair kurduklarına kısmen katılıyorum. Mutluluk tanımı subjektif olarak değişir. Her birimiz duyguları, algıladığımız şekilde tanımlıyoruz. Sevginin de aşkın da, mutluluğun ve bunların tezatlarının da tanımı kişiden kişiye değişiyor. Kendimizi anladığımız ve tanıdığımız ilk anları mutlulukla bağdaştırmak bu nedenle doğal olabilir. Oğuz’un, eski evinin önünde çocukluk günlerini ansıyıp, sobalı evinin küçücük salonunda yaşadıklarını hatırlayıp mutlu olduğu son zamanlarmış gibi anlatması bununla örtüşür mesela. Ancak Birgül’ün mutluluğu ve mutsuzluğu, tercihleri ve o tercihlerin kontrol edilemez sonuçlarıyla ilintili bana kalırsa. Hepimizin eline mutlu olabileceğimiz ihtimaller geçer ancak içinde bulunduğumuz halet-i ruhiye bize o an doğru tercihi yaptırmayabilir ya da tercihimizin doğruluğuna inandırabilir. Sonrasında insanın nerede hata yaptığını araması mutsuz olduğunu gösteren bir emaredir zaten. Velhasıl insan karışık, çözmesi zor, hem kendisi hem de toplumun bütünü için çetrefilli bir varlıktır.

Oğuz, bütün bu siyasi olayların sonucu olarak “Kaybettik… Bize güzel gelen her şeyi. Yerine insanı zayıflatan, pişman eden, üzen hangi duygular varsa onları koyduk.” cümlelerini paylaşıyor bizlerle. Bu cümlelere çok benzer cümleleri yaşadıkları ve algıladıkları farklı, yaşadıklarının sonuçları farklı olsa da diğer karakterler de kuruyor. Yaşanılan siyasi olayların sonucunda (tarih ne olursa olsun!) insan olarak çaresizliğimizi bilmek, öğrenmek zorunda mıyız gerçekten?

Sıradan insan, toplumun içindeki insan, işin özünde sayıdan ve istatistikten ibarettir. Yaşadığımız yüzyıl bize bunu somut örnekleriyle defalarca kanıtlayıp göstermiştir diye düşünüyorum. Yüzdelik, bindelik oranlar içine yer aldığımızın bilincinde olmak ve bunu kabullenmek zaten tercihimize bırakılmış şeyler değil. Bir trafik kazasında, terör saldırısında, depremde ya da salgında yiten ve sayılara karışan istatistiklerden başka bir şey değiliz artık. Maalesef gerçeğimiz bu ve öğrendiğimiz şey sadece sayılardan ibaret. Modern ve somut dünyanın insanı hapsettiği gerçeklik biçarelikten öte bence.

Yine Oğuz ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Oğuz, Besim Abi ile sohbet ederken çayı soğuyor ve aslında soğuk çay sevmemesine rağmen her yudumda çayın biraz daha soğuduğunu hissederek, keyif almayarak o çayı içmeye devam ediyor. İçeceğini kendi de biliyor. O çayı bir kenara koyamıyor. Bu anlar, bana küçücük detaylarda bile kendi olma çabamızı, çaresizliğimizi düşündürdü. Kendimiz olmak neden bu kadar zor?

Başkasının ne dediği, ne düşündüğü, dışarıdaki gözün bizim hakkımızda neler hissedip neler söylediği kendi düşüncelerimiz ve inanışımızdan daha önde. Ortaya koyduğumuz görüntünün başka insanların havsalasında bıraktığı izle çok ilgileniyoruz. Evdeki halimizle okuldaki halimizin, iş yerindeki halimizin, arkadaşlarımızla geçirdiğimiz zamanlardaki halimizin farklılaşmasının temelinde bu yatıyor bence. Topluluk olarak nabza göre şerbet vermek bizde ata sporu gibi bir şeydir. Ailede aklı eren çocuklara neredeyse ilk önce nerede, nasıl davranacağı öğretilir. Aile ve devlet tedrisatından geçen bir bireyin kendi olabilmesi için on yıllar boyunca kendini eğitmesi ve keşfetmesi gerekir. Pek çok insan bunu başaramaz, beceremez. Toplum ve topluluk bilinci, insanı kendi içinde öğütür, bir süre sonra ait olduğun topluluğa dönüşürsün. İsyan etsen de sesin çıkmaz, kabullenirsin. İstemesen de seçersin, kabullenirsin. Kendi olamamış insan yığını da mutsuz bir toplum oluşturur. Bir sonraki kuşağa miras bıraktığı şeyler de bu mutsuzlukla çok ilintilidir diye düşünüyorum.

“Günden güne kalabalıklaşıyoruz ama bilinçlenmiyoruz. Bir örgütlülük bilincimiz yok. Çoğu heves için katılıyor harekete. Son modaymış gibi, dahil olmazlarsa hayatı kaçıracaklarmış gibi.” Oğuz’un Aysel’e içinde bulundukları süreci anlattığı anda bu cümleler ile buluşuyoruz. Yine bu cümleleri günümüzde birçok şey için uyarlayabiliriz. Bilinçlenmemiz, zaman almıyor aksine hiç yol alamıyoruz. İnsanın kendini geliştirmemesini kendisine en büyük ihanet olarak görüyorum ben. Ancak bir yazar olarak senin de yorumunu merak ediyorum. Kitlesel aydınlanma için neler yapmalıyız?

Bir önceki soruda söylediğim şeye burada da değinebiliriz aslında. Kitlesel aydınlanmadan önce insanın kendi aydınlanmasını seçmesi gerekiyor bence. Bir gün uyanacağız ve olacak gibi değil, hayalcilikten öte bir şey olmaz bu. İnsanın kendi seçmesi gerekiyor. Kolektif bilinç ve aydınlanma, bireyin kendi aydınlanmasından geçer. Kendini eğiten, öğrenen, araştıran, objektif olabilen ve bunu topluma taşıyabilen insanlar bu aydınlanmaya ilmek atacaklardır. Ama bunun için ihtiyaçlar hiyerarşisi içinde belirli bir noktada olmak gerekir diye düşünüyorum. Günümüzün yaşamı etkileyen ekonomik ve siyasi düzlemi, insana temel ihtiyaçlarını giderme çabasından ötede bir çaba alanı bırakmıyor maalesef. Kendimizi yaşamı idame ettirebilme noktasında bir yarış içinde hissetmekten başka bir halde göremiyoruz uzun zamandır. Hayatta kalma uğraşı, aydınlanma ve hayata karışma uğraşına yer bırakmıyor. Uzun yıllardır elimizdekiyle yetinmekten başka yaptığımız pek bir şey yok ve bu üzücü olmaktan da öte, acı veren bir gerçeklik.

“Görüyoruz, yaşıyoruz, anlıyoruz, acı çekiyoruz, parçalanıp ölüyoruz ama yine de üremekten geri duramıyoruz.” Yıllarca “Hayatta kal, karnını doyur ve çoğal.” özümüzle savaşıp yenilmiş biri olarak sormak istiyorum. İnsanoğlunun üremesi nelere mal oluyor?

Sekiz yıldır evliyiz Merve’yle, on yıldır beraberiz. Hayatımın dörtte birinden fazladır onunla yaşıyorum. Kendimi onsuz düşünemiyorum. Evlilik doğru insanla her şeyde tamamlanmakmış gibi geliyor bana. Çocuk yapmayı hiç düşünmedik, böyle yaşamayı seviyoruz. İnsanoğlunun üremesinin toplumsal olarak nelere mal olduğu üzerine konuşacak yetkinlikte değilim ancak bireysel olarak getirileri/götürüleri benim ilgimi çekiyor. Çocuk sahibi arkadaşlarımızın neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini tam olarak bilemem, sadece gözlemleyebilirim. Zorluklarını yaşadıkları kadar hayatı da farklı bir şekilde deneyimlemeye başlıyorlar. Evet, bazı şeylerden feragat ediyorlar ve bunun bilincindeler ancak farklı bir mutluluğu tadıyorlar. Hayat hikâyeleri özünden değişiyor ve bu çok büyük bir karar. Çok büyük bir sapma. Çok büyük bir yükümlülük. Ve kolay alınacak, kolay uygulanacak ve kolay kabullenilecek bir karar değil bana göre. Biz Merve’yle evimizdeki çiçekleri yaşatamıyoruz, kedimiz Gırgır sekiz senenin sonunda bize alıştı. Halbuki çok da sevimli insanlarız bence, nihayetinde Merve günlerin anlamı 🙂 Bize kendi küçük dünyamız yetiyor ve bu sahip olunduğunda değiştirmek istemeyeceğiniz bir şey.

“Senin eşin, karın, sevdiğin kadın öldü evet ama benim de annem öldü. Aynı acıya başka köşelerden bakıyoruz.” Aysel’in babasına yazdığı mektuplardan birinde karşılaştığım bu cümleler içimi acıttı. Yanı başımızdakilerin acılarına kör olmak ve acıları yarıştırmak üzerine neler söylemek istersin?

İnsan özünde bencil bir varlık. Acısında da sevincinde de, mutluluğunda da öncelediği hep kendisi oluyor. Başkalarının acılarına bakma konusunda yavaşız, çok fazla görmemize rağmen algımız çok ağır işliyor. Varoluşumuz ve evrimimiz hayatta kalma üzerine kurulu olduğundan bunu anlamak zor değil. Bu da duyarsızlığı doğuruyor. O kadar çok görüyoruz ki duyarsızlaşıyoruz. Görünürlük çağında yaşıyoruz, görüyoruz, alışıyoruz ve duyarsızlaşıyoruz. Her şeyi görüyoruz. Savaşları canlı yayınlarda izliyoruz. İnsanları canlı canlı yakıyorlar. Hastaneler bombalanıyor. Bu korkunç bir şey. Çok korkunç bir çağda yaşıyoruz özünü düşündüğümüzde. İnsani olana yabancılaşıyoruz, acılara duyarsızlaşıyoruz, kendimiz haricindekine başımızı çeviriyoruz. İşin varoluş noktasını düşününce bu hem insani hem de ürkütücü derecede soğuk ve insanlık dışı görünüyor. Kendine gömülü, kendini çözememiş insandan bazen çok fazla şey beklendiğini de düşünüyorum. Aysel’in haklı yorgunluğu gibi, insan çoğunlukla kendine yetişemiyor, başkalarına nasıl yetişsin?