2015 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazanan Arzu Uçar’ ın ilk öykü kitabı, Varlık Yayınları’ndan çıkan Dış Kapının Mandalı. Yazarın ikici öykü kitabı olan Bir Küçük Delilik ise geçtiğimiz yıl ağustos ayında raflarda yerini aldı. İkinci kitabının da yayıncısı olan İthaki Yayınları bu yıl içinde yazarın ilk kitabını yeniden okurları ile buluşturdu.
Uçar ile Dış Kapının Mandalı’na sinen duygulardan, dil ve metin ilişkisinden, şiirden, içinden geçtiğimiz pandemi sürecinden konuştuk.
“Evren hikâyelerden oluşur, atomlardan değil.” diyor Muriel Rukeyser gerçekten bir hikâyemiz varsa insanları her şeye inandırabilir miyiz?
“Sanat bir şeyi başka bir şeyle anlatmak” demek ise yazacağımız öykü de başlangıçta kafamızın bir köşesinde yer eden hikâyeyle başlar ve onun parçalarından yola çıkarak bambaşka bir dünya yaratır kendine. Bu yeni dünya kendine özgü dili, metaforları ve kurgusuyla başlangıç noktamızdaki hikâyeye benzemez belki, zaten makbul olanı da budur ama bu hikâyenin izlerini taşır. Okuyan herkes farklı bir tat alır, farklı bir yerini benimser öykümüzün ve inanırlar yazdığımız şeye, çünkü ne kadar fantastik bir kurguyla okurun karşısına çıksak da insana, hayata dair olan o gerçek özden yola çıkmışızdır. Ancak bizi yazmaya iten temel güdü kendimizi anlatma çabamız, insanlara ulaşmak ya da yazar olmanın kulağa hoş gelen çekiciliği ise ne sanat yapıtı üretmiş oluruz ne de yazdıklarımız okuru ikna eder.
Öykülerde ortak tema yalnızlık, hatta zaman zaman baş etmesi güç, sert ve derin bir yalnızlık. Fakat kitap, okuru yalnızlığın dehlizlerinde gezdirirken satır aralarında minik de olsa gizli bir umut da taşıyor. Bunu sözcükleri kullanma, seçme biçiminizden yakalıyoruz. Buradan yola çıkarak dil ve metin ilişkisi konusunda ne söylemek istersiniz?
Hayatın içindeki komediye çok inanıyor ve bunu insanın yaşamaya devam etmesinin en güçlü dayanağı olarak görüyorum. Sürekli hikâyeler anlatılan evlerde büyüdüm; o hikâyelerde ölüm, yalnızlık, hastalık, yaşlılık gibi durumlardan bahsedilirken oldukça yalın bir dil kullanılırdı çünkü hayatın baş etmesi olanaksız olan biricik gerçeğiydi bunlar. Bu hikâyeleri anlatan insanların cenazelerinden sonra hep beraber eve gelip bir şeyler yenip içilirdi, onlara dair komik anılardan bahsedilir ve gülerken araya gözyaşları karışırdı. Yıllar sonra Marquez’i, özellikle Yüzyıllık Yalnızlık’ı okuduğumda tam da okurken ve dinlerken neyi sevdiğimi anladım. Marquez’in en derin ve sarsıcı olayları yalın hatta komik bir üslupla anlatışını kendime çok yakın buldum. Buna umut demek doğru mu bilmiyorum ama hayatı katlanılabilir kılan şeyler hikâyelerimiz için de geçerli bence, körü körüne bir dram ve romantizm ne edebiyat ne de hayat anlayışıma uyuyor.
Dış Kapının Mandalı’nda kahramanların nesnelerle kurdukları ilişkiler de öne çıkıyor. “Şeyler” makalesinde Elizabeth Grosz, objeyi benin, subjenin ya da bilincin ikili karşılığı yerine onun devamlılığının bir koşulu olarak tanımlar. Bir başkası için önemsiz görünen ancak bizim için farklı anlamlar taşıyan nesnelerin varlığımızı anlamlandırmak konusunda aracılık ettiğine inanıyor musunuz?
Dış Kapının Mandalı benim için biraz otobiyografik bir kitap, sanıyorum çoğu yazar için de ilk kitabı öyledir. Çıkış noktam ailemin bana çocukluğumdan beri anlattığı hikâyeler ve o hikâyelerin üstüne eklenen kendi hikâyemdi. Tabii başlangıçta anlattığım gibi o hikâyeler sadece bir çekirdeği oluşturdu ve ben o hikâyelerden yola çıkarak bambaşka öyküler yazdım. Yine de bazen şunu düşünüyorum, çocukluğumda anneannemin evinin taş avlusunda parmaklarımı sürüp durduğum o demir mandalın soğukluğu içime geçip yer etmesiydi ben yine bunları yazacak mıydım ya da nasıl bir şekle bürünecekti yazdıklarım. O demir mandal tüm öyküler boyunca kafamdaydı ve yerini başka nesnelere bırakarak her öyküde karşıma çıktı. Sonra son öyküde yeniden belirdi, bu yüzden ilk öykü ve son öykü birbirinin içine geçti. Ben o mandalı düşünmeden sadece hikâyeleri anlatmaya karar verseydim belki de bambaşka bir kitap çıkacaktı ortaya.
“Vasıfsız” öykünüzde Melih Cevdet Anday’ın “Islık Çalmak” şiirine tatlı bir atıf var. Günümüzde edebî türlerin birbirine yaklaştığı, zaman zaman iç içe geçtiği söyleniyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Nasıldır şiirle aranız?
Bu soruyla karşılaşmasaydım, o öyküde bu şiirden bahsettiğimi hatırlamayacaktım. Bazen yazarken karşınıza çıkan dizeler, imgeler o metinde yer alıyor, sonra aklınızın bir köşesinde yer ediyor ya da uçup gidiyor. Melih Cevdet Anday’ın bu dizeleri de kendine şair diyen ama sadece popüler olma heveslisi bir adamın öyküsünü yazarken karşıma çıkmış ve sonra benimle yol almamış belli ki. Dış Kapının Mandalı’nı Mehmet Erte’nin Olmamak şiirine çok benzetiyorum, oradaki arayış, kendine anlam bulma çabası benim o öykülerde yakalamaya çalıştığım ruhun şiire bürünmüş hâli. Kitabı yazmadan önce de yazarken de ve hatta üzerinden geçen beş sene boyunca ara ara kendime bu şiiri okudum. “Beni de saysınlar artık olanların arasında / Beni de katsınlar hesaba / Bensiz kalınca eksik olanı bulayım” diye bağırmak çok iyi gelir her zaman. Bu dizeler bana Dış Kapının Mandalı’nı yazarken ilham vermişti, daha güzel olan ise zaman içinde bambaşka anlamlar yüklenerek benim için biricik olmaya devam etti.
Her iki kitabınızda da zaman zaman öykülerin birbirleri ile de konuştuğunu ya da aynı karakterlerin yeniden karşımıza çıktığını ve hikâyenin devam ettiğini görüyoruz. Perihan, Soba ve Dış Kapının Mandalı bağlantıları gibi. Bu durumun okura çok yönlü bir bakış açısı sunduğunu düşünüyorum. Oyun içinde oyun, gerçek ile yanılsamanın karışması gibi. Bir gün yazdığınız bir senaryoyu da okur muyuz ya da izler miyiz acaba?
Öyküleri yazmaya başlarken bir hikâye, beni etkileyen bir olay ya da kişiler, farklı nesneler, kokular ve seslerle birleşiyor, sonuçta ortaya başlangıçta yazacağım öyküden bağımsız ama aynı zamanda ona çok benzeyen bir öykü çıkıyor. İki kitaptan sonra insan kendiyle ilgili de bir şeyler öğreniyor, mesela artık kesinlikle biliyorum ki yazmaya oturmadan önce kafamdaki hikâyeyi net hatlarıyla oluşturmuş olsam da ne yazacağımı asla bilemiyorum. Hep bir sürprizle karşılıyor yazdığım metinler beni, bu her zaman iyi bir şey olmayabiliyor tabii, kafamdaki hikâyeyi defalarca farklı şekillerde yazmaya çalıştığım ve okurun karşısına çıkarmayacağım bir sürü şey yazdığım zamanlar da oluyor. Dolayısıyla bahsettiğiniz öykü bağlantılarını da o öyküleri yazmadan önce bilmiyordum, iki kitapta da planlı gelişmedi bu durum ama çıkan sürpriz beni çok mutlu etti. Film ve Drama yüksek lisansı yaparken çok sayıda tiyatro metni ve film senaryosu yazdım, onları hayata geçirmek için verdiğim çaba beni çok yordu; yeniden dener miyim, böyle bir hevesim olur mu bilmiyorum ama yazdığım öyküler arasındaki bu bağlantıların bir romanın habercisi olabileceğini düşünüyorum ya da umuyorum diyelim.
“Bir Küçük Delilik”te de korku, öfke, ölüm, yalnızlık gibi duyguların bireyleri ittiği “normal” dışı davranışların hikâyelerini hem kentli hem de taşralı kahramanların yaşamlarına tanıklık ederek okuyoruz. Yalnızlık ve delilik sanki biri diğerinin parçası, yıkıcı ve sarsıcı olduğu kadar dönüştürücü de. Ne dersiniz? Diğer taraftan kavramsal olarak yazarken bir önceliğiniz bir metodolojiniz var mı?
Sadece yalnızlık değil, yaşlılık, çaresizlik, ayrılık, ihanet, ölüm düşüncesi, ilişkiler ve hatta bir köpekten korkmak bile delilik adını verdiğimiz davranış biçimlerine itebilir bizi; tam da bu düşüncelerle yazdım kitaptaki öyküleri. Tabii ki başlangıç noktasında hep kafamı kurcalayan hikâyeler vardı ama ben bu hikâyeleri ele alırken bir sorunu ele alır gibi yaklaşıyorum çoğunlukla. Bir kadın çocuk sahibi olmadan önce, kocasıyla beraber o çocuğun büyümesi için daha elverişli olan yepyeni bir çevreye girerek başlıyor işe, şimdi kadın ve adam ne yapacaklar, bu yeni yaşam şekli onları ve ilişkilerini nasıl etkileyecek diye soruyorum kendime ve öykü bu soruların cevapları çerçevesinde gelişiyor. Ya da anne-babasını kaybeden bir kız çocuğu, kendini Madonna gibi hayal etmeyi bırakacak mı; büyüme sancıları, ölüm kaybının acısıyla nasıl yan yana gelip onun hayatını şekillendirecek, bunu merak ediyor ve yanıtları yazdığım öyküde bulmaya çalışıyorum.
Pandemi nedeniyle kaçınılmaz bir şekilde yalnızlık, endişe ve korkularımızın çoğaldığı bir dönemden geçiyoruz. Pandemi sürecini siz nasıl geçirdiniz, hayatlarımızda bu süreçte neler değişti ya da değişecek?
Pandemi süreci zoraki bir yalnızlık oluşturdu hayatımda ve bu bana çok iyi geldi, çünkü kendimle kalmak, rahatça okumak ve izlemek için bolca zamanım oldu, bunu da iyi değerlendirdiğimi düşünüyorum. Diğer taraftan hastalık korkuları, her kanaldan ulaşan korkutucu haberlerle de sarıldı etrafım ve umutsuzluğa kapıldığım da oldu. Bazı alışkanlıklarımızı ve günlük yaşam pratiklerimizi değiştirdi bu hastalık, tabii ki temennim bir an önce bu sıkıntıdan kurtulmamız ama bize öğrettiği yeni yaşam pratiklerini de unutmamamız. Çünkü sosyalleşmenin değerinin fazlaca köpürtüldüğü bir yaşam dili vardı hayatımızda, bunun yerine özlemek, kendimizle kalmak, beraber geçirdiğimiz vakitleri ise birbirimize gerçekten iyi gelecek şekilde kullanmak en güzeli diye düşünüyorum.
Daha önce tecrübe etmediğimiz bu sürecin özellikle yazarlığınıza ne gibi etkileri oldu?
Ben her şeyden önce bir okurum, okumayı her zaman daha çok sevdim. Bu süreç rahatça okumamı sağladı ve tabii ki her okuduğum kitapla birlikte yepyeni metaforlar, hikâyeler ve insanlar girdi dünyama. Bir süre sonra bugüne kadar yazdığım en uzun öyküyü kaleme aldım, yakın zamanda bir antolojide yer alacak. Her gün oturup aynı öykü için çalışmak yeni bir yazma deneyimi oldu. Yakın zamanda Trendeki Yabancı’da yayımlanan “Faydalı Bir İntihar” adlı öyküyü yazdım. Genelde kafamdaki hikâyeyi çok dolaştırırım, uzun süreler alır yazmak için oturmam, çoğunlukla da dışarıdaki işler yüzünden fırsat yaratmak zor olur; dolayısıyla bu süreç, yani evde ve yalnız olmak beni biraz daha hızlandırdı diyebilirim.
*Arzu Uçar’a teşekkürlerimizle…
ARZU UÇAR, 1984’te Uşak’ta doğdu. Marmara Üniversitesi Matbaa Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans öğrenimini Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama Bölümü’nde tamamladı. Öyküleri; Varlık, Sözcükler, Duvar dergilerinde ve BirGün Pazar’da yayımlandı. Dış Kapının Mandalı ile 2015 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Bir Küçük Delilik yazarın Eylül 2019’da İthaki Yayınları’ndan çıkan son kitabıdır.
Anadolu Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Maliye bölümünden mezun oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nde İnsan Kaynakları okudu. Uzun yıllar çok uluslu şirketlerin Lojistik ve Finans birimlerinde üst düzey yöneticilik yaptı. Halen kurumsal firmalara danışmanlık yapıyor. Birçok STK’da gönüllü olarak çalıştı, bireysel yardım projeleri aktif olarak devam ediyor. Yollar, kitaplar ve fotoğraf en büyük tutkusu. İlk kişisel fotoğraf sergisini 2018 yılında açtı. Kafalar Hep Karışık projesinde yer almaktan mutluluk duyuyor. Şiire, yollara, çocuklara ve gelecek güzel günlere inanıyor. Çizdiğini yazdığını kendine saklıyor. Okuyor, okuyor okuyor…