Haluk Bilginer’in oyunculuk düşleri ilkokul yıllarına iner aslında. Lise ikinci sınıftayken sahneye çıkar ve sahnenin tılsımını hisseder yüreğinde. Konservatuvara gitmeden önce kendini İzmir Devlet Tiyatrosunda bulur. 1971-72 sezonunda “Şerefiye” , “İki Kova Su” , “Çocuğum” da rol alır. Sonrasında Ankara Devlet Konservatuvarı. 1977 yılında İngiltere’ye gider. Eğitimine devam edecek,orada tiyatronun nasıl yapıldığını yakından izleme imkanı bulacaktır. Gelen iş teklifiyle yaklaşık on beş yıl kalır İngiltere’de. Başlangıçta zor günler de yaşar, birkaç pound kazanabilmek için garsonluk yapar örneğin. Yer siler, süpürür, tuvalet temizler. Seksenli yılların ikinci yarısında Okan Uysaler’in yönettiği “Gecenin Öteki Yüzü” adlı tv filmi, Ziya Öztan’ın “Ateşten Günler”i. Yeniden İngiltere’ye döner Haluk Bilginer. 1989 yılında Ahmet Leventoğlu, Zuhal Olcay ile Tiyatro Stüdyosunu kurar. 1999’da da Oyun Atölyesini. Oyunlar, ödüller, turneler, büyük başarılarla devam eden tüm o yıllardan bugüne hep dorukta kalmış, hiçbir koşulda sanatçı kimliğinden ödün vermemiş bir Haluk Bilginer vardır karşımızda. Hep söylerim, sahnede onu bir kez dahi izlemeden ‘gerçek oyuncu’ nun ne demek olduğunu anlamak, tarif etmek, anlatmak enikonu imkansızdır. Tiyatro sanatına verdiği onca emek, tiyatro tarihimiz de zaman durdukça anılmasına yetecek güçtedir zaten. Duygu, estetik coğrafyamızın alanını genişlettikçe bizleri varsıl kılan gerçek bir sahne dehasıdır o.

“Söz yetseydi sanat olmazdı. Sözün tükendiği ya da yetmediği noktada film çekiyoruz, müzik, resim yapıyoruz. Sözden sanat yaparak öyküler, hikayeler, romanlar, piyesler yazıyoruz.”

“Sahnede aktris, aktör görmeye tahammül edemiyorum. Sahnede aslolan insan çünkü. İnsan lazım bize. Bedeniyle, nefesiyle, her şeyiyle oynayan..”

“Hayır, rolünün tesirinde kaldığını söyleyen hiçbir oyuncuya inanmıyorum ben. Hani bazen rolümden çok etkilendim, çıkamıyorum bir türlü diyorlar. Külliyen yalan. Ama eğer bu konuda gerçekten ciddiyseler, hemen bir hastahaneye gitsinler, acilen tedaviye ihtiyaçları var bana göre. Diyelim ki bir seri katili, caniyi oynadın… Oyun bitiminde, rolünden çıkamadığına göre cinayet mi işliyorsun? Tüm bunlar oyunculuğun çevresinde bir tür efsane yaratma, kutsallaştırma çabaları bana göre..”

“Tiyatro hayatın aynası değildir. Ayna aynısını aksettirir çünkü. Aynısını göstereni ben ne yapayayım? Aynanın göstermediği şeyi ortaya koymaktır önemli olan. Tiyatro bunu yapar. Hayat olsa olsa tiyatronun kötü bir taklidi olabilir ancak. Tiyatro maskelerin düştüğü yerdir. Maskeler düşecek ki gerçeği görebilelim.

“Birinci oyunla, diyelim ki sekseninci oyun aynıysa, kötü bir şey ortaya koydunuz demektir. Sekseninci oyunun ilkinden çok daha güzel, oturmuş olması gerekir çünkü.”

“İnsanlık var oldukça tiyatro da olacaktır. Bunun aksini düşünmek bile gereksiz. Sevişmek gibidir tiyatro. Sevişmenin modası geçmeyeceğine göre, tiyatronun da bir gün eskiyip unutulacağını sanmıyorum. Çünkü insana yapılan bir şey tiyatro. Diğer tüm sanat dallarından farkıysa, her oyununun yeniden yaratılması. Beste yaparsın, heykel yaparsın bir anda olur, biter. Ama tiyatro öyle değil. Her oyun baştan, yaratılır sahnede. İnsanla, o an gerçekleşir, izleyicisiz tiyatro olmaz çünkü. Böylece tiyatro insanoğlu yaşadıkça hep devam edecektir.”

“Oyuncu olmak isteyen gençlere ‘Sakın oyunculuk eğitimi almayın. Psikoloji, sosyoloji, ne bileyim felsefe okuyun’ diyorum. Dalga geçtiğimi sanıyorlar ama öyle değil. Dört senede o çocukları bazen öyle bozuyorlar ki sekiz senede düzeltemiyoruz. Çok örneğini gördük bunun.”

“Bana göre; oyunculuk adale gibi bir şeydir; kullanmazsanız felç olur. Körelir. Oyunculuğun özünde beceri yatar. Dahası, oyunculuğu öğrenmeye bir ömür yetmez. Biliyorum ki, ben en iyi oyunumu oynamadan öleceğim.”

“Bizde hemen beyanlar öne çıkar. Şimdi, geliyor oyuncu adayı ‘Filan konservatuarı bitirdim, ABD’de şu şu eğitimi aldım, bilmem kimlerle workshop yaptım,’ diye başlıyor anlatmaya? Dinlemiyorum bile. ‘Parçanı göreyim, ne oynuyorsun, ne yapıyorsun?’ diyorum. Bana İngiltere’de kimse ‘Hangi okuldan mezun oldun,’ demedi. Benim de kimseye Ankara Devlet Konservatuvarı yüksek bölümünü bitirdim, Londra Müzik ve Drama Sanatları Akademisinde okudum’ demek  doğrusu hiç aklıma gelmedi.”

“Bir aktör olarak, bu sahnede size iki saat süresince bir öykü anlatacağım, üstelik o öyküyü yaşar kılarak anlatacağım, sizi eğlendireceğim, güldüreceğim, ağlatacağım belki ama düşündüreceğim. Bu iddia için sahnedeyiz..”

“Oyuncu adaylarının özgeçmişlerine bakmam. İlkokul mezunu olması yeter. Konuşabiliyor mu, neyi, nasıl anlatıyor, bir de iyi oyuncu mu ona bakarım. Hatta içimden ‘İnşallah konservatuarlı değildir’ derim. Bazen oyuncu ‘Hocam rolüme girmeye çalışıyorum’ diyor. ‘Oynamaya çalış evladım, hiçbir yere girme, sadece oyna! ‘diyorum. ‘Ama hissedemiyorum…’ dediğinde de ‘Hissedersin, oynamayı dene’ oluyor cevabım. Şimdi, oyunculuk öyle bir şey ki, sahnede öğrenilebiliyor. Ama bu sözlerimden, ‘Eğitim ille gerekli değildir’ manası çıkarılmasın, ben tam aksini söylüyorum çünkü. Eğitim elbette gerekli ama o eğitimin ardından kendi kendimize yaparak öğrendiğimiz ‘şey’dir oyunculuk. Bitmeyen bir öğrenme, deneme süreci, diyelim.. Yaşadıkça devam edecek olan. Hep bir başka şeyi öğrenmek, başka bir şeyi denemek ve tam olarak öğrenemeden ölüp gitmek. İşte bu yolculuğun büyüsünü seviyorum ben. Burada özellikle belirtmek istiyorum, seyirciden de çok şey öğrenir bir oyuncu. Bu nedenle, bizzat izleyicinin önünde yapa yapa öğrendiğimiz bir şeydir oyunculuk, diyorum. Dahası, oyunculuk risk almak demektir. Ama bu bahsettiğim hesaplı riskler… “

“Zeki Müren’i oynamak istiyorum mutlaka. Ama bu Zeki Müren taklidinin ötesinde bir rol olacak, çünkü  Zeki Müren’i anlatırken, Türkiye’yi de anlatmak asıl amacım. Zeki Müren ile Türkiye’yi birbirine benzetiyorum çünkü. Hani bir şeyi biliriz ya da yaşarız da konuşmayız bir türlü, geçiştirir, yok sayarız. Bir tür riya diyelim buna. Gerçek olandan, yüzleşmekten kaçış, diyelim. Resmi söylemin dışında gayri resmi bir söylem, anlayacağınız. Dediğim gibi, bir şeyi bilir ama konuşmayız, Zeki Müren de yaşadığı sürece cinsel tercihini itiraf etmedi ve kimse de onun cinsel tercihi hakkında bir açıklamada bulunmadı. Elbette bunda bir şey yok… Onun cinsel tercihi, kimseyi ilgilendirmez. Ama görünen, ifade edilen şey başka. İşte, tüm bunları anlatmada Zeki Müren’in doğru bir örnek olduğunu düşündüğümden, bir Zeki Müren senaryosu istiyorum, umarım bir gün Yıldırım Türker yazar… “

“Buğulu bir cama ilk ne yazardım: Nazlı. Yazıyorum da zaten, yalan değil. Nazlı bambaşka bir aşk benim için. Biliyor musunuz, adını teninize dövme yaptıracağınız tek varlık çocuğunuzdur aslında. Eş, sevgili bunlar zaman içinde değişime uğrayabilir, biter, unutulur. Gider… Ama evladınızın adını pişman olmadan yaşadıkça derinizde taşıyabilirsiniz.”

“Nazlı yaşı küçük olmasına rağmen yetişkin oyunlarını gözünü kırpmadan izliyor, provalarda da sıkılmadan oturuyor salonda. Oyuncu olmasını çok isterim. O Cordelia’yı oynar günün birinde, ben de Kral Lear’i. Neden olmasın? Hem sesi de iyi… Annesinden tabii.”

“Anılarımı yazmak için… Erken, diyorum. Henüz dokuz yaşındayım. İlerde belki. Büyüdüğümde düşünebilirim. Zaten meramını sahnede anlatan biriyim. Kendimden bahsetmek de çok sıkıcı geliyor bana. Oturup yaz, derseniz, ben ‘okur yazar’ değilim… Sadece okurum.”

“Dolu Düşün Boş Konuş”, “Antonius ve Kleopatra”, “Aldatma”, “Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler”, “Cimri”, “Kan Kardeşleri”, “Çöplük”, “Balkon”, “Don Juan’ın Gecesi”, “Nehir”. Haluk Bilginer’i her defasında hayranlıkla izlediğim tüm o oyunları hatırlıyorum şimdi.” Hysteria”yı, “Ermişler Ya Da Günahkarlar”ı. “Shakespeare 7” müzikalini.

1996 yılının Mart ayında şimdiki Kerem Yılmazer Sahnesinin olduğu binada, Tiyatro Stüdyosu kendi tiyatrosunu açmak üzereydi. Ve bir yangın… Küller arasında kalmıştı her şey… Zor günlerdi. Yangının ardından hayli büyük bir yapım olan “Balkon” ile tiyatro izleyicileriyle buluştular büyük bir özveriyle. Kadroda Haluk Bilginer, Zuhal Olcay, Salih Sarıkaya, Ahmed Leventoğlu, Şebnem Sönmez, Celal Perk, Bülent Yarar vardı. Ne çok sevmiştim “Balkon”u.

Zaten lafı uzatmaya gerek yok, Haluk Bilginer; şimdi, şu an, önceki gün, yarın, gelecek sezon, her daim, yıllardan yıllara geçecek büyük bir aktör. Yaratıcılığıyla, ustalığını, sanatıyla, oyuncu kimliğini alaşımlamış bir magma gerçekte. Yavuz ne der bilemem ama, Haluk Bilginer ile konuşurken, herkese kolay nasip olmayan bir ayrıcalığı yakaladığımı hissetmiştim. Karşımızda bir sahne dehası vardı. Gelmiş geçmiş en önemli oyunculardan biri.

Notlarımı karıştırırken 1996 yılında yazdığım birkaç satıra ulaştım. Jessica’da Zuhal Olcay, Salvador Dali’de Mehmet Akan, Abraham Yahuda’da Selim Naşit Özcan ve Freud tiplemesiyle Haluk Bilginer ve hala belleğimde taptaze kalmış o oyun : “Hysteria”

Terry Johnson’un yazdığı “Hysteria”da yaşar kıldığı Sigmund Freud karakteriyle Haluk Bilginer bir kez daha duygusunu, coşkusunu bir an olsun kaybetmeden, performans açısından asla inişe geçmeden baştan sona aynı başarıyla götürüyor oyunu. Her susuşun, her tonlamanın, her bakışın hakkını vererek. En ufak bir abartıya, ucuzluğa sığınmayan ölçülü bir oyunculuk bu dediğim. Duru… Sahici. Tempo bir an dahi düşmüyor.

Haluk Bilginer’in sahne üstündeki olgunluk döneminin en başarılı kompozisyonlarından biri hiç kuşkusuz Sigmund Freud. Tıpkı İsrafil (“Çöplük” ), Mert ( “Derin Bir Soluk Al”), Anlatıcı (“Kan Kardeşleri”), Jerry ( “Aldatma” ) gibi.

Bu başarı asla tesadüfe, şansa, zamanlamaya bağlı değil. Bu başarının altında genetik faktörler var, seziş, teknik, içgüdü, uçsuz bucaksız duyarlılıklarla alaşımlanmış, kendini zaman içinde aşmış bir oyunculuk var. Yukarıda saydığım tüm o piyeslerde ustalığını, özgünlüğünü kanıtlamış  virtüöz bir sanatçının bedeni, soluğu, sesiyle sağladığı aura, sahne esintisi var.”