Lumiere Kardeşler 1895 yılında asır devirecek bir sanatın kapısını araladılar. O kapıdan içeriye umudun, aşkın, masumiyetin, mizahın, güzelliğin, öfkenin, intikamın, nefretin, felsefenin, insana dair ne varsa hepsinin tezahürü girdi..
Tıpkı bir fotoğrafa âşık olmak gibiydi. Bir fotoğrafa bakıp ne kadar ömür sürebilirsiniz? Ömür dediğimiz zaman kavramanın içinde Sevmenin de Zaman’ı olabilir mi? Sevmek Zaman’ı gibi… Halil’in Meral’i görmeden sevmesi gibi biz de beyaz perdede gördüklerimizi sevmedik mi?
Yolculuğumuz böyle başladı… Hissederek ve içselleştirerek…
Yoksulluk vardı, öğrenilmiş çaresizlik… Yardım etmek, insan olmak ve bir başkasının hayatı için kendi hayatını feda edebilmek… Ne kadar özel şeylerdi… Mahkeme kurulmuştu, bu mahkemenin tek görevi vardı.. İnsanlık öldü mü yoksa hala umut var mı buna karar vermek.. Sanık kürsüsünde ise bir adam.. Serseri gibi ama değil.. Şaka ile karışık bir adam.. Hiç gol atamamış biri.. Ağlıyor, ‘Bu da mı gol değil, yine mi ofsayta düştü bu Osman’ diyor.. Hakim; ‘Hayır bu sefer gol,’ diyor.. İnsanlık kazanıyor..
Bir kadın gördük.. Vesikalıydı ama yardı.. Çok sevdik onu.. O sihirli perdenin arkasından öyle güzel ve anlamlı bakıyordu ki o kadın olsa olsa sinemanın Sultan’ı olabilirdi.. O karagözlü kadının yanına bir adam koyduk.. Onun meçhul bestekârını.. Balıkçı güzeli Azize ve Chopen… Temiz, masum ve çıkarsız aşk ne demek onu gösterdiler.. Birbirlerini sevmekten başka hiçbir şeyleri yoktu bu iki güzel insanın.. Belki de bu yüzden ölümsüzdü aşkları..
Zengin ve fakirin arasındaki uçurum gitgide artıyordu. İnsanlar değiştikçe şehirler değişiyordu, şehirler değiştikçe toplumlar ve toplumlar değiştikçe ülkeler değişiyordu.. Umut azalıyordu… Sonra bir adam çıktı; ‘Umut’ var dedi.. Çirkin değildi belki ama kraldı.. Biz ona Çirkin Kral dedik.. Cabbar’ın, motorlu araçların gürültüsü arasında at arabasıyla ekmeğini kazanma mücadelesini gösterdi bize..
Yoksulluk ve çaresizlik insanları göçe zorladı.. Köylerinden büyük şehirlere küçük umutlarla geldiler.. Bu yolculuk acıydı, tatsızdı, topraksızdı..
Susuz bir yaz günü tanıdığımız kadın ‘gelin’ olarak göç etmişti… Arkasında toprağını, gençliğini, atasını bırakıp…
Sinemanın yanında bir de televizyon girmişti hayatlarımıza.. Artık herkesin evinde bir sinema vardı.. O dönem iki insan vardı; biri bu sinemaya sahip olan diğeri olamayan..
Kahraman’ın da sineması yoktu, çok istedi. Bizlerin de çok sevdiği bir abisi vardı, çok mücadele etti o televizyonu alabilmek için.. Canı gibi sevdiği kardeşini mutlu edebilmek için.. Aldı da televizyonu, izlemesi için krallar gibi bir de köşe hazırladı ama Kahraman uyanmadı.. Biz de seslendik ‘hadi Kahraman uyan’ ama uyanmadı.. Uzunca küfrettik çaresizliğe..
Her şeyin başı eğitim der büyükler.. Lisenin üst sınıflarından Rıfat abi; ‘Bu eğitim denen sistem nedir’ diye sordu.. Kimler bu ezberci gençleri eğiten.. Gençleri bu denli bilmekten ve araştırmaktan alıkoyan kim? İnek Şaban mı? Damat Ferit mi? Kel Mahmut mu? Aileler mi? Yoksa bu eğitimi vereceksiniz diyen devlet mi? Hababam da verilse bu eğitim ATA’nın gençliğe hitabesi yine de bilinir.. Mesele de onu bilip ve anlamak değil mi zaten..
Göçle beraber ekonomi de zarar görmüştü.. Artık büyük şehirlerde insanlar temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorluk çekiyordu. Ekmek almak için kuyruklar oluşturuyorlardı. Çöpler sokaklara yığılıyordu.. Ama Apti vardı.. Sevdiği kızın gözüne girebilmek, amirinden azar işitmemek için çiçek gibi yapıyordu her bir yanı.. Hele ki sevdiği kız parka gidecekse… Mizahın olduğu gibi çöpçülerin de kralıydı o..
Eskiden tüm meseleler aile içinde çözülürdü, büyüklere saygı sonsuzdu.. Büyükler evlerin çatısıydı.. Ailelerini yağmurdan, fırtınadan ve soğuktan onlar korurdu.. Hayatında bir karıncayı bile incitmemiş Yaşar usta ailesine zarar veren kim olursa olsun incitirdi ve sonunda sevgi kazanırdı..
Karagözlü ve meçhul bestekarı biraz daha büyümüşlerdi.. Ve çok önemli bir sorunun cevabının peşine sürmüşlerdi kamyonetlerini.. Sevgi neydi? Emekti.. Selvi boylu İlyas, Asya’sından cevabını almıştı, artık gitmesi gerekiyordu.. Son bir defa baktı arkasına; ‘Elveda Asyam, kadınım.. Elveda Al yazmalım.. Elveda yarım kalmış türküm benim’ dedi ve Samet’in çok sevdiği kamyonuna binip sevdiğini emek verene bıraktı.. Gözlerimiz dolmuştu, gitme İlyas diyemedik.. Çünkü sevgi emekti.. Sevgi aşkı yenerdi.
Ülkemizin töre gibi, başlık parası gibi, tabulaşmış örf adet gibi gerçekleri vardı; iki adam bu gerçeklere karşı çıktılar.. Tabii ki kendi üsluplarıyla..
Şivan sevdiği kadını kurtarmak için sürüsünü büyük şehire sürdü. Feyzo ise sevdiği kadını Maho Ağasından satın almak için para kazanmak zorundaydı. O da düştü yollara.. Sen söyle hakim beyim suç kimde?
Dünya gibi ülkemizde de siyasi çalkantılar deprem etkisi yaratmaya başlamıştı.. Emekçinin hakkını yiyen küçük burjuvalar kendi krallıklarını kurmuşlardı.. Sendika diyeni, hak diyeni, adalet diyeni ‘komünist bunlar’ diye hedef gösteriyorlardı.. Komünist olmak suçtu çünkü..
İki adam çıktı. Maden işçisiydiler ve hak dediler emek dediler. İlyas ve Nurettin emekçinin sinemadaki sesi olmuştu.. Tüm baskılara rağmen.. Nurettin’i yakın zamanda kaybettik, son nefesine kadar hak ve emek demekten vazgeçmedi, İlyas ise hala mücadeleye devam ediyor..
Televizyonla beraber reklamlarda hayatımızın bir parçası olmuştu.. Ama insanlar artık ünlülerin sattığı ürünleri almamaya başladılar, reklam şirketlerine halkı kandırmak için halktan biri gerekiyordu.. Şaban’dan daha temiz ve güzel bir adam bulamazlardı.. Şaban yüz numara bir adamdı.. Süte su katıp satan lafta ahlâklı babasına ‘halk kahramanı olacağım’ dedi, babası ise ‘dinsiz komünist mi olacaksın la yoksa’ dedi.. Şaban halkın kahramanı olmuştu; ama kazandığı paralarla ya da oynadığı reklamlarla değil. Halka bu sistemin onları kandırdığını söyleyerek..
Aziz abi diye biri vardı.. Mizahını öyle güzel kullanırdı ki eleştirdiği insanlar bile o mizaha gülerdi.. Kalemini böyle güzel kullanan bir insanın kalemini yakmak istediler. Belki onunkini yakamadılar ama o ateş can yoldaşlarını yakmıştı.. İşte bu Aziz abi sinemamıza birini kazandırdı, bizden birini; İbrahim Zübükzade.. ‘Hepimiz birer zübüğüz aslında’ demişti.. Bu zübükleri yaratan kendi zübüklüğümüz.. Ne kadar doğru dediğini şimdi daha iyi anlıyoruz sanırım ya da hiç umurumuzda olmadı.. Olsaydı hala kendi zübüklüğümüzle övünmezdik değil mi?
Sinema bir yolculuktu.. Bu yolculukta kimi zaman güneş tüm tenini yakardı, kimi zaman yağmur tüm tenini ıslatırdı, kimi zamansa kar seni ölümüne biraz daha yaklaştırırdı..
Yol demek hikayeler demekti.. Seyit Ali ve Zine’nin, Mehmet Salih’in, Ömer’in, Yusuf’un hikayesi gibi.. Hiç bitmeyecek bir yolda yaşanan anlık kesişmelerin hikayeleri.. Seyit Ali’nin yaktığı ateşle yanmak, Zine’yi ölüme yaklaştıran soğukla üşümek de bizi o hikayeye ortak ediyordu.. Ne acıdır ki Çirkin Kral bu hikayesini kendi topraklarında izleyemiyordu..
Bürokrasi vatandaşının ayağına öyle bir köstek oluyordu ki tüm ülkeye ‘Benim memurum işini bilir zihniyeti’ hakimdi.. Peki rüşvet almayan namuslu insanlar yok muydu? İşte Ali Rıza onlardan biriydi.. İdealleri vardı, namusu vardı, harama karşıydı.. O sadece işini yapmaya çalışıyordu.. Ama onun bu saflığını ve dürüstlüğünü insanlar salaklık olarak algıladı.. Onu aşağıladılar, hor gördüler.. O da dayanamadı, sisteme ayak uydurdu.. El birliğiyle namuslu Ali Rıza’yı namussuz yapmıştık.. O artık namuslu namussuzdu..
Tüm bu çarpık düzenden delirmeden kurtulmak mümkün müydü? Ya da bizi delirmek mi kurtaracaktı? Herkes çıplak vatandaş İbrahim gibi sokaklarda çırılçıplak mı dolaşmalıydı?
Türkiye gibi Feyzo’nun Maho Ağası da değişmişti. O artık Züğürt ağaydı ama ağız tadıyla bir intihar bile edemiyordu, çünkü tıpkı çevresindeki insanlar gibi bıçaklar da sahteydi.
Eskiyi özlemeye başlamıştık.. Çünkü değişiyorduk.. Sistem ya bu değişime ayak uydurursun ya da yok olursun diyordu.. Buna birinin dur demesi gerekiyordu.. Her gün çiçekleriyle konuşan hala kalitenin ve saygın olmanın bir değeri olduğunun bilincinde olan Muhsin Bey buna dur diyecek insandı.. Olsun belki başarılı olamadı, belki Ali Nazik nota bilmeden arabesk okumaya devam etti ama Muhsin bey karakterinden ve ideallerinden hiç taviz vermedi.. İnsanın temel taşı da bu değil midir zaten; karakter.. ‘Söyle bakalım Ali Nazik kurtarabildin mi kendini’…
Toplum bu denli hızlı ve fütursuzca değerlerini yitirirken modern bir hastalığa yakalanmıştık; Yabancılaşma ve yalnızlık.. ‘Adım Zebercet oysa ben sizinkini bilmiyorum’. Kendi yalnız ve yabancılaşmış dünyasında trenle gelecek o kadını bekledi Zebercet.. Biz de onunla beraber adım adım ölüme giden hayatına tanık olduk.. Ölümün tanığıydık biz ama susmalıydık.. ‘Hoşça kal yalnız ve melankolik adam Zebercet’ dedik, hoşça kal Kadıköy sokaklarının yalnız ve derin adamı Yusuf abi..
Ankara diye bir şehrimiz var.. Hala soğuk, hala kara, hala sistemsiz.. Ankara’nın bir gecekondusunda Mehmet’in hikayesini gördük.. Her şeye ve herkese rağmen kendi düttürü dünyasında klarnetini çaldı Mehmet ve sonra bizi terk etti.
Bir ara aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni geri gelmişti ama unutulduğunu anladı ve gitti..
Yeni bir dönem başlamıştı artık; ‘Küçük Amerika olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz’ diyordu büyükler.. Bizler de Şeref ‘The Turk’ ün nasıl Amerikanlaştığını gördük.. Kara Murat’ın yerini Rambo’nun almasına, Sarmanın yerini hamburgerin almasına, ‘Merhaba’nın yerini Hello’nun almasına güldük belki ama yeni bir nesil böyle yetişti. Hala gülebiliyor muyuz?
Darbeler yaşadık, düşüncelerinden dolayı insanlar işkenceler gördüler ve öldürüldüler.. Tam umudumuz bitiyor derken küçük bir çocuk çıkageldi. Adı Barış’tı.. Tekrar barışabilir miydik peki; insanlıkla, hayatla ve yaşamla?
Hapislerde neler olup bittiğini insanlar merak ediyordu ama devlet bu merakı sansürle gideriyordu.. Küçük Barış’ın o dünyasına tanık olduk. Yanında İnci’siyle beraber.. Uçurtmaların ne olursa olsun vurulamayacağını ve bir gün uçacağını gösterdi.. Umut hep vardı ve olmalıydı…
Sinemamız da tıpkı ülkemiz gibi ağır darbeler almıştı, artık insanlar o büyülü perdeye gitmek istemiyordu.. Ama o perde kapanamazdı.. O perde; sevgi demekti, umut demekti, emek demekti..
Eşkıya Baran çıkageldi, o belki Keje’sine kavuşamadı ama biz perdemize tekrar kavuştuk.
Bekir sigarasından içli içli çekerken masum olması gereken hayatın nasıl acımasız olduğunu anlatıyordu, biz de usul usul peşinden gidiyorduk.
Dostluğun ve kardeşliğin önem arz ettiği zamanlar vardı, o zamanların geçtiğini biliyorduk. Ama son bir defa güle güle dedik. Yaşlı insanların bir dostunun mutluluğu için nasıl gençleşebileceğini gördük. Büyük adamların tabularını yıkarak ve değişerek küçük aşkları olabileceğini izledik. Yüzümüzde o tebessüm hiç eksik olmadı.
Şehirlerdeki vahşi ve kalabalık hayat bizi insanlığımızdan uzaklaştırmıştı.. Ayrışmaya başlamıştık.. Şehirli ve köylü, okumuş ve cahil, zengin ve yoksul diye… Mahmut ve Yusuf’un yaşadığı uzaklaşma aslında toplumun birbirinden uzaklaşmasıydı. Ama sinema aşkı uzak ve yakın dinlemezdi.. İster şehirde ol ister köyde aşk her zaman aşktı.
Belki büyük gemiler yapamazdın ama karpuz kabuğundan yaptığın bir gemi bile seni mutlu ederdi.. Çünkü sinema aşktı..
Ailesi için her şeyi yapan Yaşar usta yerini oğlu öldükten kollarını açan ve ‘gitme diyemedim’ diyen Hüseyin’e bırakmıştı.. Keşke deseydin Hüseyin, o zaman Sadık yeni filmler izleyebilirdi diye hayıflandık..
Ülke olarak ayrışıyorduk.. Çoğunluk ve azınlık kavramları lügatimizde yeni anlamlara yer açıyordu.. Çoğunluğun evinden ülkemizi izledik, bu muydu artık bizim ülkemiz? Ne zaman böyle olmuştuk? Sinema bunun cevabını çok net veriyordu aslında..
Anadolu dediğimiz yer artık bir zamanlardı.. Bir cinayet soruşturmasında köyün muhtarını dinlerken bulduk kendimizi.
Artık ya kaybedenlerdik ya da kazandığını zannedenler. İyi geceler sevgili dinleyen, kaybeden misiniz?
Yıllar boyunca aydınlarımızla halkın arası açılmıştı.. Aydın dediğimiz insan topluma ışık olma vazifesini yitirmişti. Sanki bir kış uykusuna yatmışlardı. Ne zaman uyanacaklardı?
Aydının da akademisyenin de sanatçının da kadının da erkeğin de çocuğun da işçinin de yazarın da dindarın da aynı gemi içerisinde olduğumuzun farkına varması gerekiyor artık.
Bizler aynı geminin içindeki sarmaşıklarız. Gemi artık denizde ilerlemiyor. Hep beraber boğulacak mıyız yoksa yaşayacak mıyız?
Sinema insanın ve toplumun bir aynasıdır. Eğer aynaya baktığımızda güzel bir yüz görmek istiyorsak önce kendimizi güzelleştirmeliyiz.