“Hâlbuki hazineler ve defineler, yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var…”
Şems

Tanıdığını zannettiğin tüm seslerin yabancılaşmasını hissedersin. Bir sabah, uyandığında; tüm dünyanın artık bir önceki günden farklılaşması gibi derin sancılanma başlar.

“O ben, eski ben değilim” bu kabuklanmak mı, kabuk atmak mı?

Umutlanmak, hayal kurmak; devam edebilmek için en gerekli alışkanlıklardır ya, asırlar boyunca, atalarımız da yıldızlara bakarak çoğaldılar, kutsandılar.

Peki ama bir tanesi bile mi hayal kurduğu için utanmadı? Başkasının cennetini düşleyip cehennemini sorgularken ya da kendi cennetini cehenneme çevirirken…

Saç telinden bile ince dedikleri bu sırat öyle ki, aslında bu yüzden herkes kendi arafında… Altı yok, üstü yok! Salt gerçeklik var!

Peki gerçekliğini yitirdiğin bir günde varoluşunu, yaşamın ötesinden seyrettin mi? Söyle bana Sartre, bu da özün en çiğ hâli mi? Bu yitirişte anımsadığın, hâlâ on sekizmiş gibi hatırladığın çarpıntıları da yaşadın mı?

İnsanın en büyük savaşının doğruyu bulma ve orada kalma olduğuna inan ama doğruyu belirleyen şeyin kudretine ikna oldun mu? Toplumsal ahlak, bireysel ahlak, vicdan ve ötesi… Bunca çürümüşlüğün arasında… Bomboş bir çarkın içinde budalaca savrulan, kahrolan, kaybolan sıçanlar gibi.

Mutlu bir gün ve güneş tasvirinde bile vardır hudutlar, kafamızın orta yerinden fışkırır sarı; boyadan fırçaya, oradan tuvale. Kadınsan farklı tonu, çocuksan ayrı. Toplumsal roller mi bizi modernize etti yoksa en basit dürtülerimizden utanç duyarak ters evrimi mi gerçekleştiriyoruz? Hâlâ kendini gerçekleştiremeyen zavallı, küçücük ve basit varlıklar olarak gecenin soğuğunda, nerelerde kıvrılıp sızıyoruz?

Bu matemin en büyük nedeni, yitip giden gençlik partikülleri. Son kalanlar…

Her yer karanlık, gündüz sandığım yerin zifiri olması bi kurmaca mı? Yoksa bunca vakit gördüğüm ışık haleleri miydi hakikatin kendisi?