Zaman zaman döndüğüm kitaplardan olan Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’sünde “Hainleri Savunmaya Dair” adında bir bölüm bulunur. Daha başlıktan kışkırtır bizi yazar: Hainler savunulur muymuş hiç? Bize böyle bir şey öğretilmedi ki…
Bölümün girişinde ‘‘I Want You For U.S. Army’’ posteri, yani ABD’nin I. Dünya Savaşı’ndaki askere çağrı afişi vardır. Bu afişte Uncle Sam’in (Sam Amca) yer aldığı görülür. Ardından Cervantes’ten bir alıntıyla devam eder Vassaf: ‘‘İhanet insanın hoşuna gider ama hainler iğrençtir.’’ İhanetin kendisine duyulan tatlı bir sempati, bir hainle karşılaştığımız zaman keskin bir nefrete dönüşebilir. Çünkü söz konusu sempati, belirli bir özneye duyulmaz. Yani henüz ifşa olmamış potansiyel bir edim olarak, zihindeki bir durumu ifade eder. Ancak karşımıza gerçek anlamda bir hain çıkartıldığında ona karşı sempati beslememiz kendimizden önce topluluk tarafından bastırılır. Haini mümkün tüm sınıflandırmaların en altına yerleştirmeye zorlanırız. Onu sesli şekilde “iğrenç” olarak nitelemekten başka yapacak bir şey bırakılmaz.
Düşmana (bile) saygı duyulabilir ancak hain, saygıyı kesinlikle hak etmeyendir. Çünkü düşman, -en başından beri- “biz”den farklı bir fikri benimser görünür, ki biz de bu yüzden onunla savaş hâlindeyizdir. Bizimle savaşma şerefine eriştiği için ona (gizlesek de) saygı duyarız. Bir hain ise saygıyı hak etmez çünkü başlangıçta bizimle aynı safta yer almasına rağmen daha sonra bizden farklı düşünmeye ve eylemeye başlamıştır. Bu noktada garip bir şekilde, sanki kişinin düşüncesini değiştirmesi imkânsızmış gibi düşünülür. Gidişat hakkında sorular sorma ya da yanlış olduğu düşünülen bir hareketi düzeltmek gibi şeyler, evrenden uçup gider böyle anlarda. Kitleler için dönek, sözünden cayan, ülküsüne yeterince sadık kalamayan bir özne olan hain, işleyişi sekteye uğratan ve dişliyi yuvasından çıkartan kişidir aynı zamanda.
Hainlerin yargılanması söz konusu olduğunda da Vassaf’ın dikkat çektiği hâliyle, haine karşı “sistematik bir körlük” oyunu oynanır. İçinden bir hainin çıktığı topluluğun geçmişinde çelişkiler ve örtüşmezlikler cirit atıyor olsa bile, hain geçmişte değil de şimdide ihanet ettiğinden, ânın koşullarına göre yargının nesnesi olur. Topluluğun fertlerinin dokunulmasında sakınca gördüğü geleneksel normlara karşı yapılan bir ihanet, içinde bulunulan ândan hareketle incelenir.
Bölümün başlığının provakatifliğinden nasip alınarak şeytanın avukatlığı yapılmaya kalkıldığında akla şu sorular gelir: Karşılaştığı çoğu karara düşünme yetisini kullanmaya gerek görmeden, bir robot gibi kafa sallayan kitle mi daha cesur ve eleştireldir? Yoksa geçmişiyle yüzleşmekten kaçınmayan ve karşılaşabileceği tüm risklere -belki insanlık dışı işkencelere- rağmen fikrini, değiştirdiği düşüncelerini dile getirmekten korkmayan bir hain mi?
Vassaf, ‘‘gerçek hainin biz olduğumuzu’’ söyler; yani kitleler, uygar özneler. Saptanmış, belirlenmiş resmî çizgiyi sorgusuz sualsiz olumlayan, onun yolundan şaşmayanlar haindir asıl. İdeolojilerini, ahlâki değerlerini, hayat tarzlarını, sınırlarını vs. sürekli değiştiren topluluktur ihanetin öznesi. Ancak, kitlesel bir saldırıyı püskürtmek için harcanacak tahmini gayret, mahkeme önünde hain olarak addedilen tekil bir bireyi yargılarken harcanacak çabadan daha fazla olacağından, sayıca üstünlüğün verdiği güçle kendimize kurbanlar üretip dururuz. Bu da bireysel özgürlüğü ne kadar az hoş gördüğümüzü gösterir. Ayrıcalıklı bir grubun işine geldiği gibi kullandığı, eğilip bükülen ihanet kavramının asıl muhattabı, yarattıkları kurbanlar değil bilakis onu dilediği şekle sokan erk sahipleridir. Önemli olan güçlünün yanındayken her önüne geleni etiketlemek değil, güçlüyken bile güçsüzün hakkını unutmamaktır. Bu noktada hukuki düzlemde gereken yaptırımların uygulanmasına bir karşı çıkış söz konusu değildir. Adilane bir yargı sürecinin akabinde elbette ki iyi ya da kötü birtakım kararlar alınır. Hainlik konusundaki asıl itiraz, hukukun dışına çıkarak söz konusu özneyi vahşi fantaziler eşliğinde yok etmeyi arzulayan düşüncelerin varlığına karşıdır.
Soluksuz yaftalamalar ve haini düşmanlaştırma politikaları, kitle tarafından özgürlüğü göz ardı edilen bireyi kapatmak ve konformist yapının çarkını aksatmamak için verilen çabalardan bazılarıdır. Uymacı bir tutum sergileyen kitlenin üyeleri itaatkâr olmayıp dikbaşlılığı benimseseler -bir kurban olarak- hain üretiminden mahrum kalınır. Bu nedenle itaat etmenin kolaylığını ve akışkanlığını sağlayan “eleştirel boşluk” içinde hain üretimi sürekli devam eder.
Gustave Le Bon’un Kitleler Psikolojisi adlı kitabında bahsettiği şekliyle, kitleler hâlinde bulunan bireylerde bilinç kaybolur ve bunun uzantısı olarak bilinçaltı ile hareket eden kişilik modelleri ivme kazanır. Düşünceler sirayet yoluyla aynı yöne doğru gitmeye başlar. Bilinçli yanından feragat eden ve kontrolünü kaybeden bireyin artık kendisi olmadığını ifade eden Le Bon, kitle insanının iradesinin kendisine rehber olmaktan çıktığını, onun bir otomat hâline geldiğini yazar.
Vassaf, söz konusu pasajın sonunda çağımızın “büyük uygarlıklarının” hainlerle olan ilişkisine dair üç tane örnek sunar bize. Bunların ilki ABD’den, ikincisi SSCB’den, üçüncüsü de Nazi Almanyası’ndandır. Bu üç örnekte sırasıyla hain ilan edilenler ise Ezra Pound, Leon Troçki Bordonoviç ve Walter Rudolph Hess’tir.
Ünlü şair Ezra Pound radyo yayınları vasıtasıyla ABD askerlerine, İtalya’ya karşı silahlanmama çağrısında bulunduğu için vatan haini ilan edilmiştir. Bu olaydan sonra şair, hukuki bir zeminde yargılanmanın aksine St. Elizabeth Akıl Hastanesi’ne gönderilmiştir. Bu hamlesiyle dönemin hükümeti, hainliğin delilikle ilişkili olduğuna kanaat getirdiğini açıkça gösterir. Yani, bir hain aynı zamanda bir delidir de. Ancak belki de asıl delilik, Pound’u yaşa(t)ma temelli söylemi nedeniyle akıl hastanesine göndermektir.
Vassaf’ın ikinci örneği olan Troçki de ülkesinden sürülüp insanlık-dışı ilan edilmiştir. Yurtsuzlaşan devrimci Troçki, yaptığı yolculuklar sırasında Coyoacán’dayken (Meksika) Stalin’in emriyle, gazeteci kılığına giren ajan Ramón Mercader tarafından 1940 yılında kafasına aldığı kazma darbesiyle öldürülür. Bir hainin yaptığından daha kötü bir şey yapan katil Mercader, cezaevinden tahliye edildikten sonra SSCB’de Stalin tarafından ülkenin en büyük Sovyet Kahramanlık Nişanı ile şereflendirilir (!). Böyle bir onur, -hain ya da değil- birini öldürenin kirini temizleyebilir mi?
Yazarın son örneği ise 1987’de, 94 yaşındayken intihar ettiği söylenen bir Nazi askerine ilişkindir. II. Dünya Savaşı sırasında, İngilizlere barış teklifinde bulunmak suretiyle İskoçya’ya uçarak Nazizm’in radikal projesine halel getiren Hess, elbette ki bir hayret uyandırır. Bu davranışının akabinde, bu kez şaşkınlık yaratmayacak bir şekilde Adolf Hitler tarafından hain ilan edilir. Churchill tarafından da savaş esiri olarak cezaevine gönderilir. Berlin’deki Spandau Hapishanesinde tam kırk bir yıl boyunca tek başına hücrede tutulan Hess, belki de binlerce kişinin hayatını kurtarma gayesiyle çıktığı yolculuğun sonucunda dünya içinde kestiremediği bir cehennemi yaşar. Yazarın ifadesiyle hep yalnız olan ve daima yalnız olacağını bilen hain, kendi benliğine inanç duyarak ve ahlâki yanına kulak vererek kitle tarafından yok edilmeyi göze alan kişidir. Yukarıdaki soruyu şimdi yeniden sormak gerek: Hitler mi yoksa Hess mi daha cesur ve eleştireldi?
Genel olarak hainliğe ve verilen örnekler özelinde hainlere karşı getirilen alternatif bir bakış açısının amacı, zarar getirmiş olan suçları örtbas etmek değildir. Eğer öyle olsaydı, bu farklı pencerenin hiçbir anlamı olmazdı. ‘‘İşitme Kötüyü / Söyleme Kötüyü / Görme Kötüyü’’ ifadeleriyle bölümü sonlandıran Vassaf’ın, kitlelerin yoğun bir şekilde “üç maymun”u oynadıklarına dair vurgusu özgürleşme eksikliğinin ve katılaşmış bir ikiyüzlülüğün resmini sunar. Yükselen totalitarizm eşliğinde atılan adımları, bireysel hakları ortadan kaldıran ve kişiyi silikleştiren hamleleri eleştirme cesareti göstermedikçe, ne yazık ki “çoğunluk olan”ın değirmenine su taşımaya devam edilir.
KAYNAKÇA
Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017.
Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, İstanbul: Hayat Yayınları, 1997.
Çok güzel bir yazı, elinize sağlık.
Üç maymunun oynanmadığı bir dünya olabilir mi? Ütopik geliyor ama yine de olması umuduyla