Cumhuriyet’in 100. ve eğer ki topraklarımızdaki başlangıcını Fethi Ahmet Paşa’nın Aya İrini’deki ilk düzenlemeleri olarak kabul edersek Türk müzeciliğinin 178. yılında neredeyiz ve nereye gidiyoruz, durup bakmaya ihtiyacımız var. 2023’ün Ekiminden başlamak kaydıyla sempozyumlar, seminerler düzenledik; çağdaş Türkiye’nin çağdaş müzelerini alkışladık, 100 yılda ne kadar ilerledik diye hazırlanan tablolara baktık gururlandık. Ortalık sakinleştiyse biraz da gerçeklerden bahsedelim mi?

Uluslararası ve ulusal müzecilik kuruluşları her yıl müzeciliğin en güncel hâlini tanımlıyor. Müzebilimciler, akademisyenler, teorisyenler her yıl bir araya gelerek çağdaş müzenin nasıl olması gerektiğine kafa yoruyor. Pek tabii doyurucu metinler çıkıyor bu toplantılardan sonra ortaya ama Türkiye gerçeğinde bu yazılanları kaç müze hayata geçirebiliyor? Çağdaşı yakalamak için ihtiyaç duyuldukça yeniden tanımlanan müze kavramını, Türkiye’de müzeciliğin içinde bulunduğu yönetme/işletme ve bürokrasi kaynaklı sorunlar, bütçe ve personel sorunu gibi en ilkel problemlerin en iyi ihtimalle yüz yıldır aşılamadığı gerçeği ile “milli bir mesele” olarak değerlendirmeye çalışalım.

Müzelerin, milli bir tarih yazma noktasında birer vitrin olduğu artık tartışmaya kapalı bir olgu, bunu biliyor ve kabul ediyoruz. Peki hangi tarih yazımı? Mekânları tarih yazımına uydurmak için giydirmekten öteye gidemeyen devlet müzeciliği anlayışımız her geçen gün daha kaygı verici bir hâl alıyor. Kültür politikalarının yeni-Osmanlıcık sınırlarının dışına çıkmasına gerek görülmediği, artık yeni bir politika üretmek namına resmi bir çaba harcanmayan bu dönemde müzelerin idari sorunlarına bir de koleksiyon karmaşası sorunu eklendi. Saray-müzelerin koleksiyonları sürekli müzeler arasında dağıtılıyor. Dağıtılan yalnız koleksiyonlar değil, koleksiyon sorumluları da son beş senede neredeyse tamamen değişti. Bu dağıtımlar, kurumların hafızasının da değişmesi demek oluyor ki şu an sıcağı sıcağına anlayamadığımız bu acıyı ilerleyen yıllarda büyük çöküntülerle algılayacak olmaktan endişe eder hâldeyiz.

Kültür kurumları geçmişi geleceğe taşımakla vazifeli asli kurumlardır ve bizim geleneğimizde bu kurumlar ne yazık ki devlet eliyle değil, bireysel çabalarla geleceğe yürürler. Türk müzecilik tarihinin Cumhuriyet öncesine ve sonrasına denk düşen yaklaşık 150 yılında bu hep böyle olmuştur. Kültür varlıklarımıza kurumlardan ziyade bireyler, en iyi ihtimalle bir kurum-kuruluş-komisyon içinde yer alan duyarlı bir kişi sahip çıkar ve kurumunu çabalamaya zorlar. Son yıllarda en başat hafıza kurumu olan müzelerin insan kaynaklarına da sahip çıkmıyor aksine sanki bu hafızayı canlı tutmak için belki de son şansımız olan ve kurumların geçmişini bilenlerle bir savaşımız varmış gibi aidiyet hissedenleri yerinden ediyoruz.

 Koleksiyonların da geleceği çok parlak görünmüyor. Özellikle Topkapı Sarayı’nın Kültür Bakanlığından alınıp da Milli Saraylar İdaresine verilmesiyle başlayan süreçte tek bir “milli koleksiyonumuz” varmış ve bunu nerede istersek orada sergilememiz normalmiş gibi bir anlayışa geçildiğini görüyoruz. Öyle ki Topkapı Sarayı’nda neden II. Abdülhamid’e rastlar olduk diye sorulmuyor. Bunca büyük hattat padişahın eseri varken neden Topkapı Sarayı’nda çağdaş hat eserleri görülüyor, bunun yeri burası mıdır tartışması gündemi hiç meşgul etmiyor. Bunun yerine gündemdeki sanat tartışmalarının odağında yalnızca cinsiyet meselesi yer alıyor.

Görünen o ki müzelerin ortaya çıkışında yer alan demokrasi savaşını şekil değiştirmiş olarak yeniden vermek gerekecek… Bu aşamada tarihe kayıt düşmek, yazmak, gördüklerimizi görmezden gelmemek zorundayız.  Son yıllarda İstanbul’da açılmış olan müzeler neler hiç düşündünüz mü: Boğaziçi Köprüsünde: Hafıza 15 Temmuz Müzesi; Çamlıca’da İslam Medeniyetleri Müzesi; bu devlet müzelerinden güç alan Siyavuş Paşa Medresesinde Hilye-i Şerif ve Tespih Müzesi; Üsküdar’da Hanım Sultanlar Müzesi gibi daha lokal özel müzeler… Müzelerdeki muhafazakarlaşma yalnız yeni açılan müzelerde değil yüz yıldır ziyaret edilen Topkapı Sarayı’nın yeni teşhir-tanziminde, 1980’lerden günümüze birçok kez anlatı değiştiren Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin günümüz kültür politikalarını ele veren vitrinlerinde görülebilir. Öte yandan muhafazakâr sanata sahip çıkmayı bırakıp çağdaşa sahip çıkalım gibi bir tartışma konumuz da yok. Meselemiz öncelikle şu: Hepsine sahip çıkalım. En çok yitip gidecek insan kültürüne sahip çıkmamız gereken zamanda yaşayan hazinelerimizi kaydediyor olmak geri dönüşü olmayan bir yola girmek demek. Kendini kurumlarına adayan bu hazinelere sahip çıkalım.

Meselemiz demokratikleşmenin meydan savaşlarında ortada kalmış olan müzelerimizde yenileşmeyi, yeniden yazılmış tarih anlatılarına uydurmak yerine gerçekten geleceğe aktarmak…

Ve meselemiz, yüz yıllık sorunların çözülemeyişinin altında yatan asıl sorunu görmemek. En büyük eksiğimiz olan ortak akla dayalı bir müzeler idaresinin Cumhuriyet’in ilk 100 yılında denenmiş ama bugüne değin kurulamamış olduğunu kabul etmek zorundayız. Ben en iyisini biliyorum diyerek üstten bakan idarecilere, gösterişten yapılan şûralara değil; siyasetten bağımsız, düşünce özgürlüğüne sahip, birbirini dinleyen, anlayan idarecilerin, akademisyen ve müze profesyonellerinin bir araya geleceği sahici ortaklıklara ihtiyaç var ve bu ihtiyaçlar artık aciliyet arz ediyor. Bizler bugün kurumlarımızdaki personele, kurumsal hafızaya sahip çıkmazsak on yıl sonra bugünleri de hatırlayan kimse kalmayacak. Sıradanlığın etrafımızı sardığı, her türlü akıl almaz faaliyetin birkaç güne normalleştiği bu çağda, hafızanın mekanları olarak müzelerimizi geleceğe nasıl aktaracağız? Kendi hafızasına sahip çıkamayan kültür kurumları, geçmişi geleceğe nasıl taşıyacak?