Masal okurken uyuyakalırdı kızım, uyumamak için direnir, renkli resimler arasında masal kahramanını kaybetmek istemezdi. Masalın büyüsünün günün yorgunluğunu yenmesini isterdi âdeta. Yorgun göz kapaklarının ağırlığına direnç gösterirdi. Böyle durumlarda, “Gözlerini kapatırsan daha güzel görürsün.” derdim.

Sizce de öyle mi, gözümüzü kapatmalı mıyız daha güzel görmek için?

İnsanlığın teknolojik tiranlığa teslim olup olmayacağı üzerine kafa yoran Fransız Teolog ve Sosyolog Ellul şöyle demişti: “Modern uygarlığın kendisi de sembolü olan kent de gözün zaferidir.” Ellul, görmenin modern insanı düşünmekten ve hatırlamaktan kurtardığını, bizleri seyirciye dönüştürerek elimizden eylemliliği aldığını da iddia ediyor. Haklılık payı yüksek, güçlü, üzerine düşünülmesi gereken bir iddia.

Fotoğraf, video… Sonu gelmeyen görüntüler…

Ne kadar çok görüyorum, ne kadar çok şey gösteriliyor bize, nasıl bir tazyik, aman Allah’ım! Görmemek olanaksız çünkü gözümüzü kapatmamıza izin verilmiyor. Gözden kaçırmanın, göstermemenin bir yolu bu. Korkuyorlar mı gözümüzü kapatmamızdan, ne dersiniz? Bir gün uyanır da gözümüzü kapatıp gerçekleri görürüz diye korkuyorlar bence.

Gözün bu zaferi, insanın iç sesini kesti; insanı kendisinden ve insanlığın birikimlerinden uzaklaştırdı. Bitmek tükenmek bilmeyen görüntü bombardımanı insanı duygu ve düşünce dünyasına körleştirdi gerçekten. Yaşamak görmekle özdeşleşti nerdeyse.

Gözün zaferi, gerçekliği, gözün gördüğüne indirgedi, eşya da görüntüden ibaret hâle geldi. Bugün gerçeklik, tek boyutludur. Bu gerçekliğin karşısındaki insan edilgendir, seyredendir, düşüncesiz, dilsiz ve tarihsizdir. Gözün zaferi, insanlığın yenilgisi olmuştur.

Göz, dış dünyaya yönelir. Şair Metin Altıok, “Şu bizim dışa dönük gözümüz” diye başlıyor “Göz” şiirine. Eserlerinde bilim ve felsefeyi harmanlamaya çalışan Bachelard, aynı zamanda şair. Bachelard’ın deyişiyle, “Göz âmâdır.” Dışarıda her şeyi görür fakat kendisini göremez. Evet göz, dışarıyı görür, içeriyi değil. Hatta herkesin gördüğünü, görebileceğini görür, o kadar.

Modern insan, düşünmeye gözlerinin ucundan başlar, dış dünyanın verilerinden yola çıkar öncelikle. Fakat zihne, gönle yönelmeyi gerektiren, bir çeşit içe dönme hareketi olan düşünme eylemi, gözle çok uzaklara gidemez ne yazık ki. Belki de gözün insana yetmemesi, hep üçüncü bir gözün peşine düşülmesine neden olmuştur.

Tüm sekülerliğiyle göz, her şeyin dış yüzünü görür, iç dünyaya, anlama, tinsel alana kapalıdır. Ellul, görmenin bizleri düşünme ve hatırlama derdinden kurtardığını söyler. Başka duyu alanları eşlik etmezse göze, göz kendi başına tefekkür edemez, geçmişi, tarihi de göremez. Şimdinin çocuğudur göz.

O hâlde, bize tarihin kapılarını açan nedir? Kulaktır. Kulak, göz gibi ışığa muhtaç değildir. Göz bir açıdan görürken kulak her taraftan işitir. Gözün göremediği şeylerin sesini duyan,  geçmişin, Tanrı’nın sesini işiten kulaktır hep. “En ontolojik organımız kulağımızdır.” der Alman Filozof Heidegger. Metafizik alanın, gözümüzü aşan dünyanın tanığıdır kulak, aynı zamanda sırrı taşıyan, emaneti kabul edendir. Nitekim peygamberler arasında âmâların olduğunu ama sağırların olmadığını söylerler. Bir de kadim bilgelik, “hüner, görüleni değil görünmeyeni görmekte” der, işte bu hüneri kulak gösterir.

Düşünme yetimizin kaynağı göz değil kulaktır. Kulak geçmişten bugüne biriken anlamı, belleği, dili ve tarihi kucaklar.

Kadim kültürler ve bu kültürü yaşatan gelenekler, insanın tefekkür edip kendine yönelmesini sağlamak için ya karanlıkta tutar talibi ya da talibin gözlerini bağlar. Göz kapanınca gerçekliğin sesi duyulmaya başlanır. Kutsal kitaplar, önce sözün var olduğunu söylüyor, o hâlde söze onu işitecek kulak eşlik edecektir. Peygamberler, “Onlara de ki” diye görevlendirilir. Edebiyat metinlerinin çoğu, “İşit ey oğul” diye başlar. Arapçasına güvendiğim, akıl aldığım, dostum Orhan Kanan’a  ilk vahyin sözlük anlamını ve etimolojisi sormuştum. Sözcüğün Sami dillerinde duyurmak, bildirmek, ilan etmek, içeriğe davet etmek anlamlarının olduğunu söylemişti. Aynı sözcüğün Tevrat’ta Tanrı elçilerine, örneğin İbrahim’e, Musa’ya, “Davet et, duyur.” biçiminde geçtiğini eklemişti.

Kulak ilk açılan, son kapanan duyu organımızmış. Kültürümüzde yeni doğan çocuğun kulağına ezan okunuyor, sonra da ismi söyleniyor. Ölüm döşeğindeki hasta, kulağına kutsal sözler fısıldanarak uğurlanıyor. Anlayacağınız, tanıklığın sorumluluğu kulağa yüklenmiş.

Gözün egemen olduğu şimdiki zamanlarda düşünce, dil, tarih kısaca gerçekliği bütün olarak kavrayıp insan olmanın sorumluluğunu üstlenmek için biraz gözlerimizi dinlendirelim, iç sesimize kulak kabartalım. Belki daha güzel görürüz. Ne dersiniz?