Şimdi düşünüyorum da o sahiden hepimizin “arkadaşı”ydı. “Kim olduğumu, ne olduğumu, nereden gelip nereye gittiğimi öğreten” bir arkadaş.

Beyaz perdede onunla ilk tanışmamı hatırlıyorum:

“Kim dediniz? Azem mi? A’nın üstünde şapka mı var? Ne şapkası.. Ha ! Şimdi anladım. Azem…” (*)

Farklıydı. İpekler, şifonlar, otrişler içinde değildi herkes gibi. Sarı uçuşan saçları da yoktu, ağır ağdalı makyajı, birbirine eklenmiş takma kirpikleri de.

Bizi “arajmanla marajmanla avutma” ya ne niyeti vardı ne de böyle bir düşüncesi. Dedim ya, farklıydı Melike Arkadaş.

“Ağlamak ayıp değil, saklama gözyaşını,” demişti bir defasında.

Yeter ki ağlarken eğme bir an başını,  diye eklemişti. Duraksamıştım. Ağlamak güçsüzlük demek, değildi o hâlde. Ne tuhaf, şarkı söylerken, gözlerinden yıldızlar akıyordu sanki.

“Mümkün mü mutlu olmak, milyonlar umutsuzken,” diye üstelemişti bir defasında da. Susup yutkunmuştum fotoğrafına bakarken. Verilecek cevabım yoktu çünkü.

Hunhar, karanlıktan daha karanlık zamanlardan geçmişti o da. Herkes gibi. Herkes kadar. Herkesten farklı.

Ninnilerden, gurbet türkülerine, Pervali’de bir gün sonundan, İstanbul’a olan hasretini haykırdığı o yağmurlu sabah alacasına ama her defasında “Yarın güneş yeniden doğacak,” diyordu. Berivan’sa hep susuyor. Hiç konuşmuyordu. Berivan ölümüne susuyordu.

Günlerden bir gün Melih Cevdet Anday’ın şiirini öyle bir yorumladı ki, Melike Demirağ her dinlediğimde Ethel ve Julius Rosenberg’in yanında buldum kendimi. Tarih hep 19 Eylül 1953’tü. Ve yedeğimde o keskin, dur durak bilmeyen kalp ağrısı…

“Kayıp Bir Diva”nın yazarı Dilek Yaraş, “Melike’yi tanıdıkça onun ‘Arkadaş’ şarkısının ete kemiğe bürünmüş hâli olduğunu gördüm,” diyor ve şöyle devam ediyor:

“Onun hayat yolculuğu da annesi Rüçhan Çamay gibi, söylediği şarkılarla bütünleşmiş. Kaderlerini şarkılarla yaşayan insanlar onlar. Ve sanırım bunun içindir ki, şarkı mı söyleyenden çıkıyor, söyleyen mi şarkıdan, ayırt edemiyorum. ‘Arkadaş’ şarkısının çoluk çocuk her yaşta insanın bu kadar çok sevmesinin nedeni de, şarkıya sinen bu sahici ruhu hissetmekten ileri geliyor sanırım. Tüm gerçek sanatçılar gibi onlar da sesleriyle ruhtan ruha köprü kuruyorlar…”

Az önce albümden Melike Demirağ’ın 1976 yılında bana yolladığı imzalı fotoğrafı bulup çıkarttım. Sahi, o senelerde ‘imzalı artiz fotoğrafı’ biriktirirdik. Kimi hemen yollar, kimi cevap bile vermezdi. Olsun, yine kağıda kaleme sarılır, ille de imzalı fotoğraf isteğimizi inatla yinelerdik.

“Pınar Arkadaş’a …” diye imzalanmış o güzelim fotoğraf.

Melike Demirağ şarkılarında her şarkının bir sözü vardı. Her sözün de bir başka sözü, alt metni.

Laciverte çalan gecelerde, puslu sabah ayazlarında şarkılarıyla ümit, sevgiye dair baharatlar serpti hayatlarımıza. Masal filan değildi, anlattığı, gerçeğin ta kendisiydi.

O şarkılar ki (dokuz sekizlik kalp atışıyla dinlediğim, eşlik ettiğim) zamanın yağmasına direndi. Yüreği yüreğimizde çarpan şarkılar, diyelim. Yaşam tanıklığı eden, dorukta sevinçler, umutlar, uçurumda bozgunlar, acılardan bahseden.

“Yakamoz” du o. Çiçeklerin üzerindeki çiğ aynı zamanda. Hayattaki yönünü kendi çizmişti. Hem de kalın çizgilerle. Bir gün karayel, bir gün yıldız, bir gün lodos, bir gün meltem, bir gün poyraz esse de umursamadı, yolunda ilerledi. Eğilip bükülmedi hiç.

“İsterse sel boşansın gökten, isterse şimşekler çaksın, toprak yarılsın zelzeleden,  isterse kudursun dalgalar, isterse ateş saçsın volkanlar, her gecenin sabahı var…” dedi.

Şanar Yurdatapan’ın olağanüstü güzellikteki müzik ve şarkı sözlerini, Melike Demirağ her defasında büyük bir  incelikle her notaya, her harfe duygu, renk, hayat katarak yorumladı.

Her şarkı, her replik, her film sahnesi, her fotoğraf her insanda kendini yeniden tanımlayarak sonsuzluğa erişiyor, buna inanıyorum artık.

Pavese haklı: “Biz günleri değil anları hatırlarız.”

(*) Yılmaz Güney imzalı “Arkadaş” filminden.