Gece damla damla düşünceler uyutmaz bazen insanı, ayışığının, o esrarengiz, yeryüzüyle birlikte yürekleri saran parlaklığından yansıyan düşünceler. Edgar Allan Poe’nun “The Sleeper” (Uyuyan Güzel) şiirindeki gibi, damla damla akar ayışığı, su gibi, bir uyku, bir unutuş uykusu hissi vererek. Unutuş, ama dünyanın unutulması gerektiğini buyurduğunu değil de, günlük telaşları unutuş, acı, hüzün veren, damarları yakan kaybedişleri, sevileni, sevilenleri daha bir diri hatırlama, ayışığında süzülüp teknenle, melankoli dalgalarına kendini bırakış.
THE SLEEPER (UYUYAN GÜZEL)
Haziran bir gece yarısı
Tenimde serin, gizemli ayışığı
Altın kıyıları
Nemli, baygın tütsüler yayan
Dingin zirvelere
Ezgiler eşliğinde akışan damlacıkları
Usulca evrensel vadiye kanatlanan
Ulaşılmaz, gizemli ayışığı…
Usulca kalkıp hissettirmeden, karanlık odaya süzülüp, kediciği uyandırmadan defterle kalem alınır, şöyle bir başını kaldırır mırnavcık, hep birlikte kitap okuduğunuz o koltuktadır yine, dalar sonra tatlı düşlerine. Ev kalabalıkken bile insanı bırakmayan şu tekbaşınalık hissi. Uzun uzun pencereden bakıp düşünme arzusu , kendinle baş başa. Kalabalıklar daha mı çıldırtır insanı?
İnsanın ölmesi için bıçakla bileklerini kesmesine, yüksek bir yerden ya da bir trenin altına atlamasına gerek yok ki. Her gün can çekişir insan, kırıldıysa eğer derinden ve yaraları sızlıyorsa inceden. Unutamıyorsa kırmamak için ne kadar kırıldığını, nezaketli olmak isterken nasıl darbeler aldığını. Belki söylenmemesi gerekenler ve geri döndürülemeyenler, affedilemeyenler, hiç affedilemeyeceğinin bıçak ucu kadar keskin acısı. Dirilip dirilip bilincini oyan berrak anılar, cevaplayamadığı, cevabına akıl erdiremediği sorular. Her gün yavaş yavaş ölebilir insan, birisi için değil, öyledir işte, akıl ermez yüreğin işlerine. Başka bir dil konuşur kalp, yaşamın ta kendisini anlatır, kuşların nefesi ya da ağaçların hafif bahar rüzgarında esintisi, kaynağı bilinmeyen hüznün, yüreğin çarpmasından beslenen hüznün yansıması. Huzur dolu ve sessiz olmayacaktır ki her gün, zaten bunu istememiştir kendini bilen hiçbir ruh. Aldoux Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya”da dediği gibi insan “şiir, gerçek tehlike” ister.
İnsan kendini çok sever görünenden kaçmalıdır belki de, acı çekmeye karşı bir önlem olarak. Fakat hissetmek, evet hissetmek, Jim Morrison’ın da dediği gibi, kolay mıdır hislerle başa çıkmak? “İnsanlar aşkın ne müthiş olduğundan bahsederler, ama bu yalandır. Aşk incitir. Duygular rahatsız eder. İnsanlara acının çok kötü ve tehlikeli olduğu öğretilmiştir. Hissetmekten korkuyorlarsa aşktan nasıl söz edilebilir?” diyor Jim Morrison. Kolay elde edilen ne zevk vermiştir insana? Acı, acılı bir çaba, belki kırıklar sonra, olsun, yaşamak bu hisleri, sonuna kadar, korkmadan o derin sulara dalmak, yakarmış sonra canını, olsun, yanmak gerek belki. Mahmut Çınar çok doğru söyler, “İçinde Gökyüzü” şarkısında.
“İçinde gökyüzü var
Bazen kapanır bazen açar
Yağmur seviyorsan korkma
Islan sonuna kadar
Kalbinde gözyaşı var
Bazen duru su bazen akar
Eğer aşıksan anladıysan
Ağla sonuna kadar…
Olsun ne güzel
Aşk var ne güzel
Avcumda gül yüzü var
Gözünden ömrüne yağar
Giderse acıtırmış korkma
Sakla sonuna kadar”
Yanmak, damarlarında bir ateş olsun, alevlerin en çılgınında, yanmak ve yaşamak işte, işte. Redd grubunun “Nefes Bile Almadan” şarkısındaki gibi, “örümcek gibi” örülmesi zihnin, damarlarda kan yerine sevilenin dolaşması, “gitgide sarhoş olma” sevilene. Sevilen aşık olunan değildir her zaman, derin dostluklar da dolaşır zihnimizde. Kavrulsun yüreğimiz, gözyaşlarının dindiremeyeceği en çılgın yangınlarda, soluksuz, delice bir ritmde. Ayın altın ritminde gecenin karanlığında kaybolmak, “How Sweet the Moonlight” (Ne Tatlıdır Ayışığı) şarkısı akıllarda, Jocelyn Pook’un. Fısıltıları duymak kolay değildir duygular ormanında, acı ve hüzünle yoğrulmak gerek yüzmek için bu dalgalarda. Kaçmasın yüreğimiz, tutsun bu dalgaların ucundan, karanlık gökyüzündeki yıldızlar yol gösterecektir ona. Issız caddelerde, serin yürüyüşlerde yankılansın ayak seslerimiz. Can çekiştiğimiz yerden hissederiz diriliğimizi sonra. Acılarımıza bakarız, ama güzel günler, geceler yaşadık, değil mi? Yaşadık, o acılar, o sevinçler bizim, kimse alamaz, hiç kimse. Kanatsa da şimdi gece yolculuklarını biliyoruz yeniden, o eski, eskimeyen coşkularını gece ritminin. Dakikalar bir düşüş gibi yüksekten bazen, evet, baş duvarlara vurmak ister kendini nefessiz bir varoluşta. Ne çıkar bitmese de bir uçurum kenarında dolaşmalar? Kendi uçurumlarımızın kenarında dolaşır dururuz arada, hiç bu kadar yaklaşmamıştık belki en sarp olanının dibine uçmaya, olsun.
Yalnızca kalbimizle fısıldaştığımız şeyler vardır, korkmayı bile aklımıza getirmediğimiz. Ne derin, ne karanlıktır yüreğimizin kuyuları. Az şey midir karanlığına bakıp okşamak derinlerimizin, ellerinden tutmak hayatın cesurca, göklerin gülüşünü duymak silkeleyip korkuları, ağaçların gövdesine başımızı koyup onlarla söyleşmek, sarılmak dallarına bahar nefesi kokan. Gün batımı denizlerinde yitmek kolay mıdır elmas parıltılı zeytin dallarındaki hafif rüzgarla salınmaktan yüreğimize yüreğimize esen? Cesaret, yaşamın kollarına atlamak için, yok başka çaresi. Geçmiş, rahat bırakmasın bizi varsın, hazinemiz, sadece bize ait. Geçmiş. bugünler için. Bugün, işte elimizde, geçmişin servetiyle. Geçmiş, parça parça etmemeli bugünü, kırıp dökmemeli, varsa yaşanacaklar, gölge etmemeli yüreğin yeni çırpınışlarına.
Not: İngilizce yazılarımı blogumdan artidelight.com takip edebilirsiniz.
Kapak fotoğrafı: Édouard Boubat
1972 yılında İstanbul’da doğdum. Liseden sonra İngilizcemi geliştirme amacıyla bir yıllığına İngiltere’ye gittim. Döndükten sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. Mezun olduktan sonra yurt dışı ve yurt içinde özel sektörde çalıştım. Küçüklüğümden itibaren amatör olarak şiir, deneme, öykü ve roman çalışmalarım oldu. Evli ve iki çocuk annesiyim. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, film izlemeyi, tiyatro, opera ve baleye gitmeyi, müze ve sanat galerilerini ziyaret etmeyi severim.