Sayın Gazanfer Özcan,

Ömür dediğin üç gündür.
Dün geldi, geçti.
Yarın Meçhuldür.
O halde ömür dediğin, bir gündür, o da ‘bugün’dür.
(Özdemir Asaf)

17 Şubat 2009’da aramızdan ayrılmıştınız. Demek sekiz sene olmuş.

Günümüze uyarlanmış vodvil, farsları Ali’li, Rüstem’li, Hüsnü’lü, Süleyman’lı, Naciye’li oynadınız senelerce. Sahne sempatiniz o denli büyüktü ki, sahnede rol yapmaz adeta ‘ol’urdunuz. Daha göründüğünüz an salon alkıştan yıkılırdı adeta. Tiyatromuzun temel taşlarından biriydiniz. Bir ekolün, üstelik sizinle noktalanan bir ekolün ‘son’ temsilcisiydiniz.

Gencay Gürün ‘’İstanbul’un son klasik komedi oyuncusu” ydu diye söz etti sizden katıldığı televizyon programında. Belli ki hayatınızın anlamıydı tiyatro. Ne çok sanatçı yetiştirdiniz, kimlerin elinden tuttunuz, kimleri var ettiniz, hatırlasanıza.

Demet Akbağ’ın küçücük bir rolü vardı, hani. Elinde turşu tabağıyla sahneye girer sizinle konuşmaya başlardı. Kaç yıl geçmiş aradan, en az yirmi sene. Belki de yirmi beş.

Bican Efen’diydiniz, “Hisse-i Şayiha’nın unutulmaz Bican karakterine daha lisede öğrenciyken hayat vermiştiniz. Reşit Gürzap rahatsızlanıp oyuna çıkmasaydı da, nasılsa ” Mahallenin Romanı” olmadı, bir başka oyunda büyük bir başarı elde edecektiniz. ‘Meraki’ zaten diplomanız olmamış mıydı?

Tuluat Ustası Naşit Efendi, İsmail Dümbüllü, Muammer Karaca, Aziz Basmacı, Münir Özkul, Nejat Uygur, Ulvi Uraz, Vahi Öz, Altan Erbulak, Erol Günaydın, Feridun Karakaya gibi siz de çok büyüktünüz. Bir dönemdiniz. Yumuşacık, sarıp sarmalayan, sıcacık bir oyun tekniğiniz vardı. Bir sahne dehasıydınız kuşkusuz. Halkevi, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları ve Gönül Ülkü- Gazanfer Özcan Tiyatrosu… Yıllardan yıllara geçen alkışlar, üst üste açılan perde, ödüller, ekonomik sıkıntılar, turneler…

1968 yılında ilk kez karşılaşmıştık sizinle. O zaman Beyazıt mı, Laleli mi yoksa, hani bir yokuşun hemen alt sokağındaydı tiyatronuz. ‘Aşk Çorbası’ydı oyunun adı. Gönül Ülkü, Adile Naşit, Ziya Keskiner, siz vardınız kadroda. Tabii, başkaları da. Hayal meyal hatırlıyorum şimdi. Sekiz yaşın savrukluğuna verin, sıkılmıştım sanki izlerken. Yoksa çocuk tiyatrosu dışında izlediğim ilk yetişkin oyunu muydu ‘Aşk Çorbası’? Muhtemelen, evet.

70’li yılların hemen sonunda ‘İsmail Anan Seni Çağırıyor’ ile tekrar karşınızdaydım. Hemen üçüncü sıranın ortasında. Ve en son 2 Kasım 2008’de izledim sizi. “Bak Şu İşin Tuhafına” da gülmekten gözlerimden yaşlar boşanmıştı. Son olduğunu hiç düşünemezdim. Oyundan çıktığımda hala kaburgalarım ağrıyordu, inanır mısınız?

‘Karımla Evleniyorum’, ‘Oh Olsun’, “Süleyman Bacanak”, “Kimse Tutamaz”, “Deli”, “Öp Babanın Elini”, ‘Karımın Nişanlısı’ , ‘Maymun Gözünü Açtı”, ‘Ben Çağırmadım’… Hepsini o kadar net hatırlıyorum ki. “Komise Şekspir”i, “ Beyaz Melek” ve “ Çılgın Yenge”yi de.

An gelir, ter içinde kalırdınız… Her şey kördüğüm olur, üçüncü perdenin sonunda tüm yanlış anlaşılmalar giderilir olaylar tatlıya bağlanırdı. Seyirci kahkalardan kırılır, bu arada Hüsnü Kuruntu, kuruntularıyla ortalığı birbirine katardı.

Gerçek halk sanatçısıydınız. Sululuğa, basitliğe gönül indirmeden, hep korudunuz çizginizi. Hiç eskimediniz.

İmlası bozuk bir dünyada iyi ki sizi defalarca izledim, tanıdım. Beslenme yatağı halk olan koskoca bir akarsu gibiydiniz Gazanfer Bey. Kirlenmeden, bulanmadan aktınız; sakin, sessiz, iz bırakarak. Bir toplumun bilinçaltına yerleşmiş önemli kodlardan biriydiniz aynı zamanda. Değerinizi bilemedik sanki, haydi yeterince bilemedik, diyeyim.Gelgeç olanın peşine takıldık. Hem av hem avcıydık aslında. Önümüze sunulan sürek avında naylon skandalları, sözümona starları, sitareleri bir şey sanıp özendik. Oysa ‘atları da vururlar’dı. Farkında değildik. Ophelia’nın kan pıhtısı yalnızlığı umurumuzda değildi.

Acının doruğunu tadıyorum gidişinizle. Perde kapandı, bir dönem sona erdi. Noktalandı. Yeriniz bomboş. Şanslıyım aslında, sizi izledim, defalarca. Sizi tanıdım.

Ah, Gazanfer Bey ne çok habis tümörümüz vardı. Tiyatroya gitmemek için bir doluydu mazeretlerimiz… Hava yağışlıydı, bu sıcakta kim giderdi tiyatroya, hem dizi vardı televizyonda, yarışma vardı, kim kimi gözetliyor, kim kiminle evlenmeyecek telaşındaydık. E, malum ekonomik kriz… Sigaraya, şuna buna, bilmem ne markalı pantolonlara harcayacak tonla paramız vardı da, tiyatroya gelince elimizle cebimiz arasında ‘mesafe’ en az 8 kilometreydi.

Yıllar önce bir söyleşide ‘Benim dileğim, gerçek tiyatro adamının, oyun sonrası makyajını silerken ölmesi.Her şeyi bitirmişsin, alkışını almışsın.’ demiştiniz.

Gösteri, kesintisiz devam etti Gazanfer Bey.

Bir yıl önce hani yan yana oturuyorduk Gönül Hanım ve siz. Ülkü Erakalın’ın gösterisini izliyorduk. Cahide Sonku’ya bir zamanlar nasıl hayran olduğunuzu anlatmıştı Erakalın sahnede.

Sahi kaç adam yaşardı içinizde? Kaç kişiyi yaşar kılmıştınız sahnede? Ne Rüstem’i, ne Hüsnü’yü unutmadım desem.

Bakın gittiniz bakışlarımız tenhalaştı. Eksildik, güdük kaldık.

Çiğdem Talu’nun Cahide Sonku için yazdığı o dizelerden bir mısra geliyor aklıma : ‘İşte sahne sen oradasın ama seyre gelen hiç kimse yok.’

Avuçladığım kum parmaklarımın arasından akıp gidiyor. Ağıtlar yakılıyor gidişinize. Tahsin Sütçüoğlu’ndan bahsediliyor. Kirpiklerimin ucuna asıyorum repliklerinizi. Boğazıma takılanları yutuyorum sessizce. Özür diliyorum Gazanfer Bey.

Lale Belkıs’a hayatın bir oyun olduğunu söylemiştiniz hani. “Nasıl olsa ister boşa koy, ister doluya bu perde kapanacak” demiştiniz.Perde kapandı mı şimdi siz gidince?

Yağmur işliyor içime. Toprak üzerinde ıslak, kahverengi, buruşuk yapraklar öbek öbek.

Cenaze töreniniz izliyorum televizyondan. Gece karanlık. Oda loş. Sanki her şey yavaşlıyor. Sanki sonsuza dek sürecek bir ağır çekimdeyiz Gazanfer Bey. Kahkahalarımızı alıp götürmeyin ne olur! Yokluğunuz acıtıyor, binlerce hayal kırıklığı birikiyor kalbimde. Hicran alıp başını gitmiş çoktan. Ürperiyorum.

İrileşen yağmur damlalarıyla hareleniyor denizin yüzü. Boğazıma takılan düğümü gerisingeriye çevirmeye çalışıyorum. Olmuyor. Gözpınarlarımda gölgeleniyor yaşlar. Akıntılar arasında sıkışıp kalmış, vurgun yemiş bir dalgıcım sanki.

Gece yırtılmış. Gökyüzü ağarmakta. Soluk, kirli yüzlü, sırılsıklam bir sabah bekliyor beni.

Zihni Göktay, 24 Şubat 2009 tarihli Sabah gazetesinde faturayı seyirciye ( bana, bize, hepimize ) kesiyor. Haklı. ‘Tribünde cenazesini izleyeceğinize, tiyatrosuna gitseydiniz,’ diyor Göktay.

Yazının son cümleleri bu defa okurda kalsın, niyetindeydim. Öylece bırakacaktım, nokta bile koymadan. Ama birden Baki Süha Edipoğlu’nun dizeleri arasında buldum kendimi :

 

“Dün akşam gün batmadan / Yaşlı ölülerin arasına

Bir küçük misafir geldi / Çocuk bahçesinde kovası kalmış.

Kumların üstünde küçük küreği.

Besbelli çok yorgun, hemen uyudu.

Doğruldu yerinden yaşlı bir ölü / Örtüsünü örttü:

Mademki burada annesi yok,

Bu küçük kız bize emanet.

İleride yatan başka bir ölü / Yavaşça seslendi:

Başındaki kurdelayı çözüp katlayın

Ütüsü bozulmasın.”