Bereket versin
Gökyüzünün tapusu yok.
Herkes bakabilir.
Bulutlara kimse el koyamaz.
Hayal kurma hürriyeti var.
Cahit Sıtkı TARANCI
Çok değil, bundan yaklaşık yirmi yıl kadar önce yani milattan sonra yirminci yüzyılın sonlarına değin olan süreçte, tiyatrolarımızın turne programları dışında organize edilmiş ve bizler için adeta mistik bir buluşma niteliği taşıyan festivaller vardı: Tiyatro festivalleri. Gerçek festivaller! Kimi ulusal kimi uluslararası düzeyde fakat en küçük ölçeklisi dahi göz kamaştıran rengarenk bir yelpaze gibiydi bu festivaller. Gerçek festivaller! Ve o festivallerin bir ruhu vardı. Gerçek festival ruhu!
Öyle ki; biz o festivallerde sadece belirli günlere pay edilmiş bir dizi oyun akışı görmezdik. Yerel, ulusal ve uluslararası bir paylaşımla, etkileşimde bulunurduk. Farklı toplulukların farklı sanatçılarıyla buluşur, söyleşir, sanat üzerine uzun uzun konuşur, eh BİRAZ da bir şeyler içer, gecenin sonunda ortak bir dilde şarkılar söylerdik.
İşte geçmişe duyduğum özlemin en sepya anılarından biri bu festivaller. Ne yazık ki günümüzde ruhunu, rengini, dokusunu kaybetmiş festivaller, festivallerimiz…
Şu başı bozukluk içinde bundan daha iyisini yapmamız beklenemez belki de. Belki de bozukluk burada! Elimizi attığımız her şey bozuk. Aslında bozuk olan biz değiliz ama hepimiz de bu bozukluğa katlanmak zorunda kalıyoruz. İşte bu! Bozgun böyle başlıyor… İnsan mükemmel bir yaratık mı? Evrenin bir parçası dediğimiz Dünya’ya tam olarak uymuş mu? Yani içinde yaşadığı toplumun öbür kişileriyle tam bir anlaşma ve dayanışma hâlinde midir? Bilmiyorum. Ama bizim işimiz insanlarla. Biraz önce ak dediğine az sonra kara diyen insanoğluyla bizim işimiz. O insan ki, türlü baskıların bunalımı içinde çevresine ve hatta kendine karşı yabancılaşmakta, bölünmektedir. Bu noktada bir toplum kanseri ile mi karşı karşıyayız? Bilmiyorum. Fakat netice itibarıyla ancak cahil insan sorunun kaynağı kendisi olduğu hâlde başkasını suçlar; insanın eğitimi kendini suçlamasıyla ya da tartışmasıyla başlar.
Dolayısıyla bu konuda evvela bir ön-kabulde bulunmamız gerekiyor. En azından durumu daha iyi kavrayabilmek adına ben öyle olması gerektiğine inananlardanım. Doğru sorular sorarak ve biraz da acımasız ama gerçek tespitlerde bulunarak çözüme ulaşılabileceği inancını taşıyanlardanım. Zaten her konuyu enine boyuna tartışarak ele alma güdüsü benim bu yeryüzündeki lanetim galiba. Ama ne yapabilirim ki? Samimiyetten uzak, vasata olan övgüyü mü onamalıyım? Zinhar olmaz! Bu anlamda motivasyonumu korumak için zaman zaman zorlansam da çağlar öncesinden gelen bir öğreti beni yatıştırıyor:
Hatırla! Hatırla ki ilkelerine sadık kalırsan, başta sana gülenler daha sonra sana hayranlık duyarak yanına gelecektir. Buna karşın başlangıçta onlardan olumsuz etkilenip bozulursan, kendine ikinci defa güldüreceksin!
Epiktetos
Kültür sanat faaliyetlerinin organizasyon açısından biraz daha nitelikli seyrettiği yıllarda tüm ev sahibi kuruluşların “festival komiteleri” olurdu. Söz gelimi filanca belediyesi tiyatro festivali düzenleyecek olduğunda; ya kendi kültür ve sosyal işler daire başkanlığında görevli, konuya ve sanat yönetimine hâkim, deneyimli, bu alanda belirli bir çevreye sahip yahut bu çevreyle iletişim kurma metotlarını bilen kişi ya da kişilerden oluşurdu bu komite. Diyelim ki böyle bir birimi yok ise ilgili kuruluşun, dışarıdan danışmanlık hizmeti almak suretiyle de bu alanda kanaat önderi sayılabilecek kişilerle irtibata geçer ve yine belli bir bilgi ve deneyimle doğru seçkide bulunabilecek yetiye sahip bir “geçici komite”ye bu görev teslim edilirdi. Komite, başvuru yoluyla ya da kendi sanat faaliyeti izleği üzerinden birtakım grupları davet etmek suretiyle bir seçkide bulunur ve festival meşalesi tutuşturulurdu.
Elbette az önce ucundan kıyısından değindiğim gibi, bu festivaller sadece “oyun izleme” festivalleri değildi. Söyleşiler, atölye çalışmaları, iç ve dış mekân etkinlikleri, açılış ve kapanış eğlenceleri ile bir dizi sosyal ve katılımcı yönü yüksek bir ritimde gerçekleşirdi.
Peki ne oldu?
Hiçbir şey olmadıysa bile bir şeyler olduğu kesin! Çünkü birçok şey değişti. Bu konuda (olması gereken) birçok hassasiyet hızla terk edildi. Artık kurumlar arası iş birliği neredeyse yok. Komiteler yok! Varsa da seçkide bulunurken göz önünde bulundurulan estetik kriterler yerini daha farklı beklentilere bırakmak zorunda kalmış olacak ki; festivaller artık salt bir “organizasyon işi” hâline gelmiş durumda. Yani belediyeden peyzaj ihalesi almak ne ise, tiyatro festivali yapmak da o. Bütün bir etkinliğin yalnızca organizatörlerin iş becerisine emanet edildiği bu yeni takvim kesinlikle bir festival değil! Olamaz da! Çünkü organizatörler bütün bu koordinasyonu yalnızca bir “iş” olarak görür ve o refleksle hareket eder. Yadırgamıyorum, organizatörün işi organize etmek ve para kazanmaktır.
Fakat organizatörlerin bu haklı davası, kapital beklenti ve üstlenici kuruluşun kendi marka değeri üzerinden reklam yapma hırsıyla da birleşince, ortaya çıkan takvime bir ön ad ekleme gereği doğuruyor: Celebrity Tiyatrolar Festivalİ! Yani çoğunlukla dizi yahut filmlerden tanıdığımız, kamuoyunda belli bir şöhret kitlesi olan oyuncuların tiyatroları ve bol ünlü oyuncu içeren oyunlardan derlenmiş etkinlik takvimi. Bakın hâlâ festival demeye dilim varmıyor. Diyemem… Lâl olur dilim, diyemem…
Bilhassa özel tiyatroların önemli kazanç noktalarından biri de yerel yönetimlerle yaptıkları iş birlikleri ve bu kuruluşların himayesinde verdiği temsillerdir. Eh, her özel tiyatro yapan grup bağrında bir miktar ünlü oyuncu barındırmıyorsa, bu yaklaşım onlara bir kapıyı daha kapatmıyor mu? Soruyorum sadece. Zaten kendini var etme anlamında her geçen gün daha da dar bir çembere sokulan bu gruplar temsillerini nerede ve kimlere verecekler? Sağ olsun seyircimiz de eğer o akşam bir oyun izleyecekse tercihini ekseriyetle ünlüden yana kullandığı için, siz kendi tiyatronuzda içeride evrenin sırrını dahi veriyor olsanız göreceğiniz ilgi bunun yanında… Neyse.
Fakat sen, dostum, insanlar arasında yaşamak istiyorsan, her şeyden evvel gölgeye, sonra paraya hürmet etmesini öğren. Eğer yalnız kendin için ve içindeki iyi tarafın için yaşamak istiyorsan, o zaman nasihate ihtiyacın yok.
Peter Schlemlihl’in Tuhaf Hikayesi, Adelbert Von Chamisso
Festivaller içeriği itibarıyla özel bir tarih aralığında ve farklı buluşmalara zemin tanıyan bir yaklaşımla ancak ruhunu bulabilir. Yani zaten sezon boyunca düzenli olarak temsil edilen oyunlar festivalin seçkisine dahil edilmez-di. Şimdilerde olan şey ise; vitrinin en ışıltılı, bol ünlü içeren, best-seller oyunların sırayla oynanması. Oysa festival ruhu özel bir buluşmadır. Söz konusu festivalin o yılki konseptine uygun ekipler bir araya getirilir. Dolayısıyla, bilhassa uluslararası festivallerde farklı ülkelerin ekiplerini, ortaya koyduğu temsilleri ve sanat yaklaşımlarını yakından gözlemleme olanağı bulurdunuz. Yahu ben geçen yıl ismi uluslararası olan bir festivalin içeriğine bakacak oldum, yurt dışından tek bir ekip yok! Yok! Hangi ulus, hangi arası? Bırakın ulusu, arasını o coğrafi bölgenin dışında farklı şehirden dahi konuk ekip yok. Artık geçen hafta oynanan ve sezon boyu oynanacak bir oyunu bahsi geçen hafta bir de festival kapsamında izliyorsunuz. Ben ortada bu buluşmayı festival kılan bir fark göremiyorum. Körler sağırlar birbirimizi ağırlıyoruz.
Ne için?
Günün sonunda organizatör belirli bir şöhret zümresi üzerinden iyi bir gelir elde etsin, söz konusu ev sahibi kuruluş ve onun idari kanadı güzel, afili bir fotoğraf çekinsin ya da temsilin sonunda sahneye fırlayıp “bakın ey halkım size kimi getirdim” duygusunun verdiği övünç dolu bir tebessümle sizi selamlasın. Kamu kaynaklarının her oluşum için adil ve fırsat eşitliği tanıyan bir anlayışla kullanılması gerekmiyor mu?
Gerçek sanatçı her zaman bir iş üzerinde, bir tasarıyı gerçekleştirme peşindedir. O önceki katma değerinden pek fazla söz etmez. Hep yeni bir şey yaratmanın telaşında, heyecanındadır ve tasarısını er ya da geç mutlak gerçekleştirmeyi başarır. Fakat onu pek nadiren yaptığı işten tam olarak hoşnut, bütünüyle mutlu görürsünüz. Her an daha iyi bir şeylerin peşindedir. Kafasını kurcalayan bir şey hep vardır. Gerçek sanatçı da bence tam olarak böyle biridir. Fakat hâl böyle olunca sanat ve icracıları, iyi bir eser vücuda getirmektense ortaya koyduğumuz şeyi kime satabiliriz endişesine düşüyor ve önceliğin para olduğu bir yerde etikten söz etmek imkânsızlaşıyor. Dolayısıyla ya çemberin içindesin ya dışında! Zaten içeride tiyatro adı altında insanlık suçu sayılabilecek vasatlıkta bir temsili dahi finalde alkışlayan “iyi niyetli” seyircimizin yegâne maksadı da oyun sonrası temsildeki ünlüyle fotoğraf çekinmek olduğuna göre… Sanıyorum ki bu bir arz-talep meselesi!
Uğraşan biriyim. Kendimi tek bir kelime ile tanımlayacak olsam bu olurdu herhalde. Kendimle, çevremle, işimle, aklımla, hayalimle, dünya ile, gökyüzüyle devamlı bir uğraş içerisinde buluyorum kendimi. Mutlak bir şeyleri daha iyi bulabilmek uğruna kavga verirken rastlıyorum kendime devamlı. Uğraşıyorum işte… Daha fazla okumaya, daha fazla birikmeye, anlamaya, anlatmaya, anlatamadıkça yazmaya; uğraşıyorum…