Dünya kavram karmaşası içinde boğulup giderken naçizane fikirlerimizle ‘feminizm’ görüşünü anlatmaya çalışacağız.

Feminizm kadınların erkeklere duyduğu nefret olarak –büyük bir algı hatasıdır- tanımlanır birçok kişi tarafından. Halbuki feminizmin temelinde nefret yoktur. Peki bu kavram karmaşası nasıl doğmuştur? Aslında oldukça basit bir cevabı vardır: ‘Mücadele’

Kadını herhangi bir birey saymama geleneği günümüz sorunlarından değildir. Tarih boyunca kadınlar varlıklarını kabul ettirebilmek için birçok mücadele vermek zorunda kalmıştır. İşte bu mücadeleler de ‘feminizm’i doğurmuştur.

Feminist düşünce en basit şekilde tanımlanırsa ‘kadın-erkek eşitliği’dir. Feminist düşüncenin oluşumu ise üç aşamadan geçmiştir. Kimi düşünürler, bu üç önemli tarihsel durumu ‘üç dalga’ olarak nitelendirmektedir. Tarihsel düzlemde büyük değişimler sağladığı için bu nitelendirmeye hak vermemek de imkansız.

Bu üç dalgayı kronolojik olarak incelemek çok daha doğru olacaktır. Ancak bu tarihsel değişimler yaşanmadan çok çok önce ilk feminist olarak tanınan ‘Mary Wollstonecraft’ kadın-erkek eşitliğine değinen metinler ortaya koymaya başlamıştır. Wollstonecraft, kaleme aldığı ‘Kadın Hakları Savunucu’ metni ile başta kızlarla erkeklerin eşit eğitim görme hakkına karşı çıkan birçok burjuvayı eleştirmiştir. Birçok düşünürün de fikirlerine ‘karşı tezler’ üretmiştir. Özellikle Jean Jack Rousseau’nun ‘kadın doğasının gereği’ erkeğin çizdiği çizgide yaşamak zorunda değildir.

Tarihe kazınan ‘Artık kadınların yaşam şekillerinde bir devrim gerçekleştirilmesinin zamanı geldi. Kadınlara yitirdikleri onurlarını yeniden vermek ve insan soyunun bir parçası olarak dünyanın dönüştürülmesine katkıda bulunmalarını sağlamak için geç bile kalındı. Kadın ve erkek arasında, cinsel arzulama dışında hiçbir fark kalmayıncaya kadar mücade!’ sözleriyle Mary Wolstonecraft feminizm ateşinin fitilini yaktı.

Gelelim üç önemli dalganın tarihsel analizine. Birinci dalganın üzerinde durduğu iki önemli nokta vardı: ‘Kadınlar için oy, eğitim ve mülkiyet hakkı’

Kadınların oy talebinde bulunmasının nedeni topluluklara göre farklı uygulamaların bulunmasıydı. Feminist düşüncede toplumdan topluma değişen kurallar yer almıyordu, bütün dünyada kadınlar eşit haklara sahip olmalıydı. Örneğin Amerika’da sadece siyahi vatandaşlar ve kadınlar oy kullanamıyordu. Ancak ilginç olan şudur ki oy için mücadele veren siyahi kadınlara yine ezilen sınıfta yer alan siyahi erkekler karşı çıkıyordu. Çare beyaz kadınlarla siyahi kadınların birleşmesinde bulundu ve her iki tarafın kadınları beraber hareket etmeleri gerektiğini anlayarak mücadeleye girişti.

feminizm-ve-diren-filmi-1

Fransa’da da ‘süfrajetler’ olarak nitelendirilen oy hakkı için mücadele eden kadınlar, ağır hakaretlere maruz kaldılar. Ancak baskılar ve hakaretler onları daha da güçlendirdi.

Hemen hemen her ülkede sürdürülen bu mücadelelerin sonunda Birinci Dünya Savaşı dengeleri değiştirdi. Savaşın ardından ABD, İngiltere, Almanya gibi birçok ülkede kadınlara oy hakkı koşulsuz olarak teslim edildi. Her ülkedeki yansıması takdir edersiniz ki farklı oldu. Örneğin Fransa’da elde edilen haklar ‘kızların eğitimi, ücret eşitliği, kadınların devlet memurluğuna girmesi’ ile sonuçlandı.

Türkiye’de ise birinci dalga daha çok teşvik şeklindedir. Yapılan çalışmalarda kadınlar, erkeklerin çalıştığı her işte çalışmaya teşvik edildi. Hatta o dönemde verilen eserlerde çalışan kadınlara övgüler düzüldü. Tabii ki yıllar geçtikçe kadınlar yine ev hayatlarına yönlendirildi.

Birinci dalga kendini bu örneklerle gösterirken ikinci dalga daha çok ‘cinsellik ve doğurganlığın birbirinden ayrıştırılması’ şeklinde kendini gösterdi. Batıda doğum kontrolü üzerine çalışmalar yürütüldü. Kadınlar için önemli bir özgürlük alanıydı. Doğum kontrolünün yasal olduğu ülkelerde kürtaj gerçekleşebilirken, yasal olmayan ülkelerde tehlikeli ve merdiven altı yerlerde operasyonlar gerçekleşmektedir. Örneğin 1929 yılında Rusya’da kadınlara kürtaj hakkı tanınmış ancak bu özgürlük kısa sürmüş ve 1936 yılında yeniden yasaklanmıştır.

İkinci dalganın en önemli ismi ‘Simone de Beavoir’ dır. Ön plana çıkardığı ‘kadınların kurtuluşu karınlarından başlayacak’ sözü ile bu dönemin felsefesini ortaya koymuştur. Beavoir, bu dönemde yine sloganlaşan bir söz sarf edecektir: ‘Kadın doğulmaz, kadın olunur.’

Bu dönem cinsiyeti de ikiye bölmektedir: ‘Doğal olan ve doğumla beraber belirlenen cinsiyet(sex) ve doğduktan sonra aile ve toplumun etkisiyle şekillenen toplumsal cinsiyet(gender)

feminizm-ve-diren-filmi-2

Üçüncü dalga ise kadın kimliği üzerine şekillenmiştir. Bu dönemde kadınlar arasındaki farklı tanımaları kaldırmak ve ortak noktalar üzerinden feminist düşünceleri yaymak istemişlerdir. Tabii ki bu dönemin yansıması ülkelere göre farklılıklar göstermiştir.

Feminizm sanatın birçok alanına yansımıştır. Birçok tiyatro oyunu, birçok film bu düşünceden beslenmiştir. Son olarak 2016 yılının Ocak ayında ‘Diren/Suffragette’ filmi feminizmin daha çok birinci dalgasının tarihsel sürecine değinmektedir.

Oyuncu kadrosunda Helena Bonham Carter, Meryl Streep, Carey Mulligan, Ben Whishaw ve Brendan Gleeson yer almaktadır. Filmin yönetmeni ise Sarah Gavron’dur.

Film, işçi sınıfında yer alan, emeği sömürülen, erkeklerden daha fazla iş yüküne sahipken onardan daha az maaş alan kadınların ‘seçme ve seçilme haklarını’ elde etme mücadelelerini ele alır. İşçi kadınlar başlangıçta oldukça barışçıl yöntemler denemiştir. Ancak iş yerlerinde uğradıkları tacizler, haklarının ödenmemesi, çalışma koşullarındaki sağlıklarını tehdit eden unsurlar, verdikleri mücadeleyi farklı bir platforma taşımak zorunda bırakmıştır.

Filmin ana karaketeri Maud (Carey Mulligan) olarak algılansa da bana göre -feminist düşünceyi işleyen bir film olduğu için- bütün kadınlar başroldedir. Maud’un hayat hikayesi diğer kadınların hayat hikayesine göre daha fazla yer kaplamaktadır. Nitekim Maud, başlangıçta fabrikada çocukluğundan bu yana uğradığı tacize rağmen uslu uslu çalışmakta, eşine ve çocuğuna karşı bütün görevlerini yerine getirmekte, bütün bunların doğal sonucu olarak da toplum içinde sorunsuz ama ‘kimliksiz’ olarak yaşamaktadır.

Bütün hayatı aynı çamaşırhanede çalıştığı Violet’i eylemciler arasında görmesiyle değişir. Maud’un bakışlarındaki ilgi dikkatini çeker ve onun da harekette yer alması için uğraşır. Maud, yavaş yavaş direnişin içinde yer almaya başlar. Tanıştığı kadınların güçlü kimliği onun bu oluşum içinde olmasını kolaylaştırmıştır. Kimyager Edith (Helena Bonham Carter) iş yerini kadınların örgütlenmesi için kullanmaktadır. Bu kadınlar mücadele için sokağa döküldüğü her an tutuklanmış, sindirilmeye çalışılmıştır.

Diren: Zamanı Geldi Filmi

Maud, bu mücadelede yer aldıktan sonra aile hayatına büyük darbe vurulmuştur. Polis tarafından evinin kapısının önüne bırakılan Maud, kocası tarafından evsizliğe mahkum edilmiştir. Çocuğunu görmesini de engelleyen kocası Maud’un suratına ‘Beni utandırıyorsun’ diye bağırarak toplumun bakış açısını haykırmaktadır adeta. Ancak pes etmemiştir Maud. Çocuğunun gözlerinin içine bakarak ‘anneni unutmayacaksın, senin annenin ismi Maud’ der. Çünkü yapmak istediği erkekler dünyasında kadınların yer bulmasıdır.

Hayal edildiği gibi kolay olmayacaktır kadınların adının var olması. Çareler üretmekte, sonuçsuz kalmaktadırlar. Akıllarına at yarışlarında görünür olmak gelir. Erkek egemen bir ortamda kadın olarak ses getirmek belki de en etkili yol olacaktır. Ancak Maud’un beraber gittiği arkadaşı; pankart açmak, slogan atmak gibi eylemlerin sonuçsuz kalmasından yorgun düşmüş, kanlı bir plan yapmıştır. Bu plan onların zaferi olacaktır.

feminizm-ve-diren-filmi-4

Son olarak bir hatırlatma yapmak istiyorum. Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı, Atatürk tarafından 1934 yılında verilmiştir. İsviçre’de ise 1971 yılında kadınlar bu hakkı elde edebilmiş ve bunun için ciddi mücadeleler vermek zorunda kalmıştır.

Hakların ve özgürlüklerin bol olduğu bir dünyaya ….