O, bazen sevgi dolu bir dedeydi. Çoğunlukla büyük fabrikatör Hulusi Beyefendi. 1950’lerden itibaren sanayileşmeye paralel şehirleşme ve Demokrat Parti sürecinde taşradan kopup İstanbul’a yerleşen Hulusi Efendi’nin burjuvaziye teslim olmuş, en güzel hali, bazen soylu bir Osmanlı Paşasıydı. Arada bir mahallenin tatlı sert başkomseri olarak çıkardı karşımıza. Kızdı mı tarumar ederdi alimallah. Şakası olmazdı hiç. Bazen makam şöförü, bazen hakim rollerini üstlense de asıl mesleği fabrikalar fabrikatörüydü.
Adam gibi adamdı. Dev gibiydi. Oynaması değil, kitleleri perdede cezbetmesi bekleniyordu ondan. Ama sadece cezbetmedi, oynadı da. Bir karakter oyuncusu olarak doruklarda dolaştı hep. Zaten, Attila İlhan’ın sözünü ettiği “güneşten ışık yontan adam”lardandı. Ruhumuza sahip olmuştu bir kez.
Sevgiyle bakardı. Hele kendini tutamayıp ağladığında..
Şaziye Moralı, Adile Naşit, Şükriye Atav, Gülistan Güzey, Leman Akçatepe, Nedret Güvenç, Yıldız Kenter, Mürüvet Sim, Bedia Muvahhit’in eşi olurdu genelde. Yumurcak İlker’in posbıyıklı dedesi; Filiz Akın, Belgin Doruk, Hülya Koçyiğit, Müjde Ar’ın babası; Emel Sayın, Hale Soygazi, Türkan Şoray’ın kayınpederi; Gülşen Bubikoğlu’nun “kaptan kumandan amca”sıydı. Oğulları Kartal Tibet, Ediz Hun, Engin Çağlar, Halit Akçatepe, Kemal Sunal, hele hele Tarık Akan’dan az çekmemişti yani.
Bir defasında, üzerine titrediği evladını pavyon şarkıcısı Feri’den kurtarmak adına işportacı Filiz’i bitişik yalıya prenses unvanıyla yerleştirip oyunun düğmesine basmıştı. İyi de işler ters gitmiş, gözü Feri’yi görmez olan Kartal, işportacı Filiz’e gönlünü kaptırmıştı. Hacı Hulusi Bey şimdi hangi duvarlara vursun başını, nerelere gitsin, kaç çuval pirincin taşını ayıklasın.
Bastonu. Fötr şapkası. Beyaz kolalı gömleği. Papyon kravatı, renk renk folarları… İpek ropdöşambırı…Geriye taralı bol briyantili saçları.
Necdet Tosun, Suzan Avcı, Hüseyin Baradan, Vahi Öz, Kayhan Yıldızoğlu, Sami Hazinses, Atıf Kaptan, Cevat Kurtuluş, Nezihe Güler, Nubar Terziyan, Mualla Sürerli ( onlar bir masaldı ayrı ayrı..) fotoğraflarda bazen başında beyaz el örmesi takke, çizgili pijaması, bazen yönetim kurulu başkanlığını üstlendiği fabrikalar zincirinin genel toplantısında esip gürleyen, dediğim dedik bir patron.
Riyadan, ihanetten nefret ederdi en çok. Zengindi, çok zengindi. Ama görgüsüz değildi. İhale yolsuzlukları yoktu defterinde. Gözü toktu. İktidarın kölesi değildi. İflas bile etse asla yolsuzluklara karışmazdı. Haysiyet sahibiydi. Yalıları, köşkleri, ille beyaz Buick, siyah Cadillac marka otomobilleri, fabrikaları, uşakları, hizmetçileri ve Amerikan Kolejinde okuyan Filiz adlı güzeller güzeli, biraz şımarık bir kızı vardı. Eski kulağı kesiklerden olsa da, mazisinde bir Adana pavyonunda tanıştığı Şıngırdak Melahat vardı ki, ondan ödü kopardı.
Nasıl derler, yufka yürekliydi. Yoksulun, çaresizin, özellikle de çocukların yanındaydı.
Hırsız Kız, Delisin, Gülizar, Veda, Efkarlı Sosyetede, Çıtkırıldım, Hıçkırık, Çam Sakızı, Cilveli Kız, Oyun Bitti, Ağlıyorum, Ateş Parçası, Güllü, Ağaçlar Ayakta Ölür, İşportacı Kız, Yumurcak, Alev Alev….kaç filmde rol aldı, bilmiyorum. Üç yüz, dört yüz, belki beş yüz.
Parkta Bir Sonbahar Günüydü adlı televizyon dizisinde yaşar kıldığı Şadi Bey kompozisyonu sanat hayatında bir başka doruktu hiç kuşkusuz.
Onu ilk ve son kez Adile Naşit’in cenaze töreninde görmüştüm. Ne kadar iriydi. Kocamandı. Heybetliydi. Zorlukla yürüyor gibiydi. Bir ara bir iskemle bulup oturttular camii avlusunda. Mendiliyle gözlerini kuruluyordu.
Derler ki, evinden çıkmış bir gün. Elinde giysileri minibüs ya da dolmuş beklemekte. Bir taksi şoförü hızla fren yapıp durmuş. Camı açıp : ” Yuh ulan,” demiş. ” O kadar zenginsin, o paraları, fabrikaları mezara mı götüreceksin…Bir taksi bile tutmuyorsun…Utan pintliğinden..”
İşte kolektif bilinçaltına sızmış, toplumun algı düzeyine yerleşmiş imge kahramanlar bu tür bedelleri de öderlerdi zaman zaman. Önder Somer hep kötü adamdı. Lale Belkıs hain üvey anne. Hulusi Kentmen Vehbi Koç, Billy Gates’den dahi daha zengin bir işadamı. Oysa madalyonun öteki yüzünde senetler, bonolar ve tefeci Ferdinant vardı. Yeşilçam’ın star ve sitareleri, işletmeciler, yapımcılar ve onların baba yasaları vardı.
Tarih hızla 1993 yılının 20 Aralık gününe yaklaşıyordu.
Hastaydı. Kırgındı. Yalnızlıktan, vefasızlıktan yakınıyordu. İşte o günlerde Bircan Usallı- Silan Hülya Koçyiğit ve Tarık Akan’ı alıp ziyaretine götürmüştü. Kim bilir nasıl mutlu olmuştu..nasıl sevinmişti.
Bircan Usallı-Silan şöyle anlatıyor :
“Gazetecilik yaparken bir gün birden aklıma düşmüştü Hulusi Kentmen. Arayıp sorup bulmuştum izini. Evi, evime çok yakındı. Ama yüreklerimiz sırt sırtaydı. Eşi Pamuk Hanımla tanıştım. Kısacık zaman içinde defalarca el ele tutuştuk, defalarca sevgiyle karşıladı beni, yüzünde “gitme” ifadesiyle güle güle dedi.
“Güzel insandı, iyiydi. “Sen mi geldin” diye azarlar gibi başlardı çoğu kez konuşmasına, sonra yumuşacık bir tonla “özledim be yavrum nerede kaldın” derdi. Pamuk Nine sıkı sıkı sarılıp öper, adeta “Ne iyi ettin de hayatımıza girdin.” diyen bakışlarıyla okşardı, taçlandırırdı beni.. denizci torunu sevgiyle sarılırdı her defasında . Aileden biri gibi oldum, kısa bir süre içinde…
“Onun mutlu olması içinde Tarık’ı, Hülya’yı,Türkan’ı yanına götürmem…Ona anlık güzellik sağlayabilmem( Her şey o an değil mi ki zaten ) hayat adına da bana bir armağandı…”
Hayata ve sevgisizliğe karşı onunla bilenmiştik. 20 Aralık 1993 tarihinde çekip gittiğinde ( aramızdan kurtulduğunda ya da) yetim kaldık. Ama nefrete teslim olmamanın, boyun eğmemenin yollarını göstererek, imgesini çoğaltarak gitmişti. Sinema tarihimizde yeri dolmayan ikonlardan biri olarak gitmişti.
Geçmişin buğusunu sildikçe siyah beyaz filmlere dönüyorum yeniden. Hüzünle rutubetlenmiş tüm o yaşanmışlıklara.
Pikabın düğmesine dokundum. Fecri Ebcioğlu’nun sesine ihtiyacım vardı. O seste Hulusi Kentmen, Esen Püsküllü, Filiz Akın, Ediz Hun’dan film kareleri bulduğum için mi? Kim bilir, belki de… Ne önemi var artık.