Aklımda onca düşünceyle odaya sığamıyordum. İçimden odaya taşıyordum. Odadan da içime geri dönüyordum. İnce bir koridor arasında gidip geliyordum. İçim uzay boşluğu. Önce kusuyor sonra içine alıyordu beni. Epeydir yazmadığımdan dolmakalemin kurumuş mürekkebini nefesimle ısıtmaya çalışmamı izledim. Diğer yandan yokluk hissini tasavvur etmeye çalışırken buluyordum kendimi. Belki de doğru kelime “hiçlik”tir. Varlıktan hiçliğe geçişi hayal edemiyordum. Uzun uğraşlarım sonucunda mürekkep, kâğıttan önce parmaklarıma bulaştı. Yazmaktan kaçamayacağımı anladığım o an kalbim deli gibi çarptı. Nefesimle geride kalıyor, yetişemiyorduk. Yazarsam dönüşü olmayacağını hissediyordum. Kâğıdı yırtıp atma ihtimaline mahal vermiyordum bile. Hesabımdaki parayla kredi kartı borcumu kapatırım. Kalan parayla ne yapmalı? Bir zarfa koyup mektupla bıraksam? İhtiyacı olan birine versem? Üç kuruş para. Sonra düşünürüm. Eşyaları mutlaka elden geçirmeli. Gizli saklı bir şey var mıydı? Sonra kimsenin başı ağrımasın. Bunu düşünen biri için saçmalayıp saçmaladığımı sorguladım bir an. Umurunda olmalı mı insanın? Hesabındaki para. Kredi kartı borcu. Arkasından yazılacak binbir senaryo. Tırnaklarımdaki ojeleri silmeli miyim? Ya o an üstümde ne olmalı? Etrafı derli toplu mu bırakmalı? Öncesinde mühim bir savaş verilmişçesine dağınık mı? O dağınıklığın akıllarda bırakacağı soru işareti düşüncesiyle içimde bir şey yerinden oynadı.  Rahatsız edici bir kıpırtı. Gereksiz buldum. Etraf derli toplu olmalıydı. Dağınıklık içimdeydi zaten. Ya bitmezse? Ya başka bir yerde, başka bir biçimde yeniden uyanma zırvaları doğruysa? Bu düşünce beni çileden çıkarıyordu. Başaramama ihtimalini de gözden geçiriyordum aynı zamanda. Ya geri dönüşü olmayan bir hasarla devam etmek zorunda kalır da bir çuval inciri berbat edersem? İçim içime sığmıyor, duvarların çatlaklarından dışarı sızmaya çalışıyordu ruhum. Öylece devam etmek daha mı kolay diye sormadan edemiyordum. Öyle sessizce, her şeye inat ama her şeyden uzak; vazgeçmiş, umarsız, küskün, yavaş yavaş fakat daha çok can acıtan gerçek ile. Gerçek tek başına can acıtmıyor; düşlerle, düşüncelerle katlanılmaz bir yaratığa dönüşüyordu. O yaratıkla her gün yüz yüze gelme zorunluluğu, pis kokusunu soluma zahmeti, yapışkan, hastalıklı teniyle temasa direnememenin çaresizliği… Neden sonra denemeye değer olduğu konusunda yeniden hemfikir oldum. Göz ucuyla masanın altına baktım. Hâlâ oradaydı. Küçük, titrek bedeni bükülmüştü, göğsü zayıf nefes alış verişleriyle inip kalkıyordu. Boynuna dolanmış kordonuyla. Bir anlaşma yaptığımızı fısıldamıştı kulağıma. En başından biliyordu neler olacağını. Geçmişi hatırlayamadığım her gün farklı düşlerim vardı yarına dair. Sözlerini anımsadığım günden beri gözüm eşikte. Eşik dar. Eşik soğuk. Uzayıp kısalan boyu, daralıp genişleyen çerçevesiyle sayısız çağrı gönderiyordu bana. Bense lafa nasıl gireceğimi bilemiyordum. Mürekkep yine kurumuştu. Kalemlikte onca kalem dururken dolma kalemi seçmiş olmam yine gereksiz bir ritüele savrulduğumu hissettiriyordu. Ya da olmakta olan oluyordu. Günlerce kitaplığın karşısında dikilmiştim. Okumak istediğim o son kitabı seçmek istemiş fakat karar verememiştim. Şimdi içimde o ağırlığın ağrısı var. Her an eşiği geçebilme ihtimali, bir nebze de olsa içimdeki ağırlığın sızıntılarına su serpiyordu. Bir zamanlar çok aranılan fakat sonradan bir köşede unutulmuş, eskimemiş yeni bir kitap gibi hissediyordum. Okunmamış, unutulmuş. Okunmadan. Toz bağlamış üstümü başımı. Unutulmamış belki. Unutulmaya yüz tutmuş. Kitaplıktan son kitabımı seçemeyen ben, kendimi okuyabilmiş miydim? Yoksa tüm o okumalar kendimden kaçışım mıydı? Kendimi bulmak için doğru istikametten uzun yolu mu seçmiştim? İnsan ne de çok soruya maruz kalıyormuş tam da bu vaziyette. En çok da kendine. Başkalarından alamadığı sayısız soruyla kendine yükleniyormuş. Çoğu zaman cevabını bildiklerini soruyormuş. Çünkü başkasından duymak insanı sarsıyormuş. Kendine yalan söylemediğini bir de onlardan duymayı arzuluyormuş. Sanki herkes yeterince dürüstmüş de… Sonuç, duvardan kendine dönen okların bedeninde tek bir yerde buluşması hissi ve o hissin açtığı koca bir yarık. Galiba film şeritleri, daha çok çaresizce savaş verilen plansız durumlarda devreye giriyordu. Film şeridi falan göremiyordum. Daha çok içi su dolu balona batırılan iğneyle, o balonun patlayışını en ağır çekimde izliyor gibiydim. Balon hızla etrafa dağılıp paramparça oluyordu. Öyle ki, parçalarını görebilmek mümkün değildi. İçindeki balonun şeklini alan su ise o şekli bir süre koruyordu. Saniyeler geçiyor, yavaş yavaş şekil genişliyor, orasından burasından ince su yolları ayrılıyor, uzuyor, havada bir süre süzülüyor, balon olan hâlinden uzaklaşarak yere ağır ağır yaklaşıyordu. Evet, düşüşten çok yaklaşmaya benziyordu. Heybetli bir süzülüş izliyordum. Yerle çarpışma anında etrafa gayriihtiyari olmayan bir biçimde sıçrıyordu su yolları. Yerle birleşmesi biraz zaman alıyor, birkaç sekmede örtü gibi yayılıyordu zemine, geriye hiçbir şey kalmayana dek. Su aynaya dönüşmüştü. Ona baktığımda yaşayamadığım ne varsa görüyordum. İki nefes aralığında yerdeki suya gözlerini dikmiş kendimi izliyordum. Tekrar nefes aldığımda suya bakan gözlerimin içinde buluyordum kendimi. Su derinleşiyor, yer çöküyordu sessizce. Karanlığa uzuyordu. Tüm aldanışlarımı görüyordum içinde. Hepsi buymuş işte. Mürekkep oluk oluk kâğıdın üzerinde büyüyordu. Nabzım kâğıt üzerinde atıyordu. Bedenimden koluma, kolumdan parmaklarıma, parmak uçlarımdan kâğıda damlayan kanımı yazıyordu kalem. Kanım siyahtı. Simsiyah. Sakladığım bir defterim vardı. Çekmecemde olacaktı. Onu unutmamalı. Bir cinayetin delillerini ortadan kaldırmaya benziyordu tüm bu şamata. Her birini yok edişimden sonra yaklaşan korkuyla, eksilttiğimi düşündüklerim daha çok çoğaltıyordu beni. Kâğıdı değiştirdim. Kafamın içini saran griliğin ardındaki tek bir an telaşa düşüyordu beni; birkaç gün önce yeni açan bir güle bakarkenki gülümseyişim. İdrakine vardığım an silinivermişti çehremden gülüşüm. Ait olmadığı yerde duran, yanlışlıkla oraya yerleşen bir ifadenin diken gibi göze batışı. Hemen uzaklaştırdım. Fakat o koku. Açmakta olan gülün kokusu. Göremediğim bir yerlere sinsice yerleşmişti. Kendim kadar uzak bir yere. Masanın altında yine bir kıpırtı. Olduğu yerde titriyor, tıslıyor, nefes almaya devam ediyordu. Ona bakarken içimdeki boşluk daha da büyüyordu. Kaçırdım gözlerimi hızlıca. Yara izlerime baktım teker teker, uzun uzun. Her yara izini leke sanmamalı, dedim içimden, her lekeyi de geçmesi beklenen bir yara. Onlar hep vardı. Baktığım veya bakmadığım her yerde. Görmediklerimizin var olmadığı anlamına gelmediği gibi. Aslında her şey bir aldanıştı. Yaslanmaya gerek duymamalıydı insan. Ben duymuştum. Hepsi eğri büğrüydü dayanaklarımın. Kendi ağırlığım her şeye ağır gelmişti. Hastalıklı gerçeğin içinde bir balon kadar yer açıp, onun dışında durabilmek mümkün değildi. Masanın altındaki tısladı. Balonun içindeki su gözlerimden akanmış. Öyle dedi. İşte yine bir yanılış. Bu sefer yazacaktım. Tüm delilleri ortadan kaldırmadan önce. Yoksa sonra mı? Hangisi sona kalmalı?

Yaralarım mı? Eşik de bakmadığım yerdeydi. Oradaydı işte. Çağırıyordu. Uzun bekleyişin ardından kavuşmayı bekleyen eski iki dost gibiydik, bana el uzatıyordu. Kanım damarlarımda hızlandı. Kolumdan parmaklarıma, oradan da kâğıda aktı, simsiyahtı.