“Evlenirsen pişman olursun; evlenmezsen yine pişman olursun. Evlen ya da evlenme, ikisinden de pişman olursun.”
Søren Kierkegaard
Erotizmin ve cinsel aşkın, iki birey arasından sıyrılıp toplumsal bir buyrukla “meşru” hâle gelişinin kökeni nedir? Erotik olan; nasıl olur da toplumsal, evrensel, rasyonel, etik bir onaya muhtaç hâle gelir? Doğası gereği uçucu ve gelip geçici olan tutku ve cinsel çekim, nasıl olur da ömürlük bir sözleşmeye tabi olabilir?
İlkel topluluklardan modern toplumlara değin, aile; her zaman kutsanagelmiş, insansoyunun devamı için olmazsa olmaz kabul edilmiş ve evlilik yordamıyla eylemselliştirilmiş bir toplumsal organizasyondur. Böylesi sağlam toplumsal konumuna rağmen evlilik fenomeni, özellikle modern-sonrası felsefe ve toplumbilimlerinde sorunsal olarak kabul edilmiştir. Sözgelimi Søren Kierkegaard felsefesi bize, evliliğe dair en geniş düşünsel incelemeyi sunmaktadır. Kierkegaard evliliği, estetik ve etik arasındaki diyalektikte bir sorunsal olarak ortaya koymaya çalışır. Onun opus magnumu olarak kabul edilmesi gereken Ya / Ya Da (Enten / Eller) eseri, evlilik üzerinden bir çatışmayı vurgular. Bu çatışma, erotik çekicilik, cinsel aşk ve gelip geçici tutku – yani estetik evre ile; bu çekiciliğin, aşkın ve tutkunun etik bir buyrukla kalıcı hâle getirilişi – yani etik evre arasındaki çatışmadır. Bir başka deyişle ise bu çatışma, tikel ya da bireysel olan ile, tümel ya da evrensel olan arasındaki çatışmadır. Peki evlilikten bahisle ortaya konmaya çalışılan bu çatışma, bizim pratik yaşamımıza ve evliliğe dair geleneksel yaklaşımlarımıza dair ne söyleyebilir?
Biz etik bir yapının, yani aile organizasyonunun içine doğarız – ki geleneksel anlamda bir bakıma varlığımızı da bu organizasyona borçluyuzdur ve başka bir seçenek mümkün değildir. Bu organizasyon evrensel, rasyonel, etik, tümel ve uzlaşımsaldır; ailenin bireyleri tümel olanın içinde kendi tikelliklerini feda etmişlerdir. Ailenin tikelliği ise çok daha önceden topluma feda edilmiştir. Herhangi bir insanın bu tümel organizasyon içinde kendi tikel varlığını, kendi bireysel sınırlarını ve kendi bireysel yaşamının olanaklarını keşfetmesi mümkün değildir. Dahası, içine doğmuş olduğunuz aile, çevrenizdeki yüzlercesinden bir tanesidir ve hem içeriden hem de dışarıdan, ailenin kutsal konumu sizde tümel bir bellek oluşturmakta hiç de acziyet yaşamaz. Bu halde sizin varlık olanaklarınız, belki onlu yaşların sonunda, belki yirmili yaşların başında, en iyi ihtimalle ise –yani çok dirençli iseniz− yirmili yaşların sonunda gerçekleşecek bir evlilikle sınırlandırılmıştır. Aile evinden çıkışınızın tek olanağı da bir başka aile kurmak, yani evlenmektir – ki yaşamınızda “etik bir kesinti” olmasın.
Gelgelelim yaşamının herhangi bir bölümünde tikel yaşam deneyimi edinmemiş, yani tek başına bir yaşam sürmemiş bir kimse için bireysel sınırlar, özel yaşam olanakları, haklar bilinci ve hakların ihlaline geliştirilecek itirazlar asla mümkün gözükmez. Genellikle evlilik, iki tümel bilincin, doğdukları tümellikten koparak başka bir tümellik inşa etmesi ve tümelliğin işlevsel aktarımı anlamına gelir. Arada estetik, yani bireysel hiçbir deneyime izin verilmeksizin sürdürülen bu etik yaşam, ilkel ve kontrol edilebilir bir sürünün, modern anlamda kutsanılmış toplumun devamı için erekseldir. Evliliğin geleneksel ve sistematik olarak kutsanışının bundan başka bir anlamı da yoktur.
Yine de, evliliğe tümden karşı çıkmaktansa, kendim için belirlediğim konum şudur: Tikel varlıklarının bilincine varabilmiş, yani tek başına bir yaşam deneyimine sahip olan –en azından yemek yemek için ya da ampul takabilmek için bir ötekine muhtaçlık hissetmeyen−, dolayısıyla bireysel sınırlarının, haklarının ve özel yaşam olanaklarının bilincinde iki “birbirinden farklı” birey, pekâlâ bir evlilik tesis edebilir. Bu evlilik oldukça sağlam temeller üzerine kurulmuş olacağından, iki farklı bilinç için de, ne tüketici olacaktır ne de geriletici olacaktır. Böylesi bir evlilikte, iki bireyin birbirinin bilinçlerini (manipülatif olmaması şartıyla) geliştirmesi dahi mümkün görünmektedir. Yine böylesi bir evlilikten dünyaya gelecek çocuk da, daha en baştan itibaren tümel ve feda edilmiş bir bilinçle değil, birey olduğunun farkındalığıyla büyüyeceğinden ötürü, aile organizasyonu artık bir “bireylik törpüleme mekanizması” olmaktan çıkacak ve yaratıcı bir varlık konumuna sahip olabilecektir.
Bu halde şu son söz kurulabilir: Bireyliğinden emin olmayan iki kişi bir evlilik tesis etmekten imtina etmelidir. Çünkü bireysel sınırlarını keşfedememiş bir kişi, herhangi bir toplumsal organizasyon için ehliyet sahibi değildir. Otuzlu yaşlarımın başında, on seneyi aşkın süredir tek başına bir yaşam deneyimine sahip ben bile, hâlen ehliyet sahibi hissetmiyorum kendimi. Siz de bu perspektifte, lütfen tekrar gözden geçiriniz yaşamınızı.
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.
Hamza Celâleddin, 1991’de Konya’da dünyaya geldi. 2013’te Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldu ve 2014’te Konya Üniversitesi Felsefe bölümünde yüksek lisans programına başladı. 2017’de Katil Nietzsche Asker Kant, 2018’de Dehşetli Peygamber Zarif Cellat, 2019’da Nietzsche’nin Altı Günü eserleriyle birlikte; Destek Yayınları felsefe serisi için Albert Camus, Søren Kierkegaard ve Jean-Paul Sartre derlemelerini kaleme aldı. Son olarak ise Fihrist Kitap’tan Bir Otto Weininger Kritiği isimli kitabı yayınlandı. 2014’ten itibaren pek çok dergi ve online gazetede yazıları yayınlandı ve 2017-2019 yılları arasında Düşünbil Felsefe Dergisi editörlüğünü yaptı. 2019 yılından itibaren ise kendi dergisi, Henidik Felsefe ve Filoloji Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Ayrıca bir süredir tiyatro sahnesinde Felsefe Konuşmaları yapmaktadır.
Yazınızı okuduktan sonra o güzel beyin kıvrımlarınızı öpesim geldi. Problem burada yazanların en ufak kırıntısını dahi düşünmeden fare gibi çoğalan insanların sayısının gün geçtikçe artması. Dünya bu tarz insanlarla doluyor, insanlığa gereksiz anlamlar yüklemeye gerek olmadığını düşünüyorum. Varlığımda yokluğumda bir, bunu kabul ettiğimde ne önemsiz ne önemli oluyorum sadece şimdi varken gelecekte yok oluyorum, tıpkı öncesinde olmadığım gibi.