Son zamanlarda bazı buluşmaların tesadüf olmadığına ciddi ciddi kafa yormaya başladım. Yaklaşık bir ay önce neredeyse günlük gibi kullandığım Instagram hesabımdan Mahir Ünsal Eriş’in Dünya Bu Kadar romanını paylaşmış, linç yemeyeceksem ilk kez Mahir Ünsal Eriş okuyorum diye de not düşmüştüm. Okuyanlardan geribildirimler de aldığım bu paylaşımın ardından yazarın son romanı Gaip’i okumaya başladım. Roman ilerlerken Dünya Bu Kadar‘a yazarın gönderme yapması gülümsetti beni. Henüz yazara ait ikinci kitabını okuyordum ve bu tesadüf benim için bir başarıydı. Ardından Mahir Bey’le röportaj yapma isteğim cevapsız kalmadı ve ben bu kez Gaip’i ortaya çıktığı ilk hâli ile deneyimlemek istedim. Storytel’den Beyti Engin’in sesinden dinlediğimde roman benim için bambaşka bir konuma ulaştı. Tefrika geleneği ile sunulan romanın her bir bölümünü dinlemek için boş anlar kovalamaya başlıyor hatta romanı dinleyebilmek için marketten alınacak bir parça şey için bile dışarı çıkmaya gönüllü oluyordum. Yeter ki on- on beş dakika kimse (oğlum dahil!) bana ilişmesin de Gaip’in sarsıcı olay örgüsünde Beyti Bey’in sesinde kaybolayım istiyordum. Okumak ayrı, dinlemek ayrı şeyler katmıştı bana. Kalbim Mahir Bey’e şükran doluyken zihnim hiç durmadan romana dair her şeyi ama her şeyi bana hatırlatıyordu. Kitabın her bir anını konuşabileceğimi fark ettiğimde de bu röportajın gerçekleşmesi kendi adıma artık elzemdi. Romanın başkarakteri Salih Bey’in hayatı, kötülüğü, eril şiddeti sadece benim zihnimi meşgul etmiyordu üstelik. Mahir Bey’in bütün kitaplarını okuyan ablam okudukça mesajlar atıyor kitabın dehlizlerine çekiyordu beni. Canım Ezgi’ye ne demeli peki? Oğlunu uyuturken fısıltıyla bir ses kaydı atarak radyo tiyatrosu gibi, o kadar naif ve o kadar iyi bir gözlem ki çıkamıyorum kitabından Tuba diyordu. Bütün bunları fısıltıyla söylemesine rağmen heyecanı beni de sardı. Okudum, dinledim ve hatta sorularımı gönderdikten sonra yeniden dinledim. Şimdi bu satırları yazarken Storytel’de Acaip ile yeni bir yolculuğa başladım. Dilerim Acaip de kitaplığımda basılı ile diğer dostlarımın arasına katılır bir gün.
Mahir Ünsal Eriş’le son romanı Gaip üzerinden tefrika geleneği, eril düzen, aile ve ötekileştirme kavramları, sosyal medyanın gücü, adalet ve hukuk konularına dair bir röportaj gerçekleştirdik.
Keyifle okumanız dileğiyle…
Edebiyat öğretmeniyim ve çocuklara Türk romanının gelişimini anlatırken her zaman çok keyif alırım. Tanzimat edebiyatıyla hayatımıza giren romanların tefrika olması o dönem edebiyattan, okur yazarlıktan bir hayli kopmuş toplumumuz için bir derman oluyor. Tefrika romanlar bir hayli ilgi görüyor. Gaip’in de tefrika roman olarak karşımıza çıkması beni çok heyecanlandırdı. Açıkçası ben basılı olarak kavuştum ilk olarak, ardından dinledim. Tefrika roman olarak oluşmasına nasıl karar verdiniz?
Çok laf kabalığı etmeden cevap vereyim ve tefrika yazmaya çok özeniyordum, diyeyim. Fakat günümüzde bir tefrikayı takip edebileceğimiz sıklıkta yayın olmaması bu hayalimi bir heves olarak içimde daha derinlere doğru gömüyordu. Nihayet bir fırsat bulunca hiç kaçırmadım ve yazdım. Tefrika romanları çok severim ben. Tefrika geleneğinin bir parçası olmak heves ve heyecanı peşimi hiç bırakmadı bu yüzden. Ne mutlu ki bunu tecrübe etme şansım oldu.
Tefrika roman diyoruz ama gerçekten tefrika mantığına uygun yazdınız değil mi? Bir bütün olarak yazıp tefrika geleneğine göre sunmadınız diye tahmin ediyorum.
Evet, tam olarak öyle. Bir bütün sunun onun bölünmesi gibi değil düpedüz bölüm bölüm yazılıp bir bütüne ulaşılması biçiminde cereyan etti. Her haftanın bölümünü o hafta oturup yazıyordum. Yani hikâyenin bir gidişatı olmasına rağmen o hafta yayınlanacak olan bölümde ne olacağı yayından çok kısa bir süre önce belli oluyordu. Bu yolla elli iki hafta boyunca düzenli olarak yazdım. Bir yılda tamamlanan bir tefrika ortaya çıkmış oldu böylece.
Kitap olarak basım sürecinden de söz edelim istiyorum. Can Yayınları ile bu anlamda yol arkadaşlığınız nasıl başladı?
Benim tüm kitaplarım Can Yayınları’nda. Başka yerlerde olanlar da birer birer Can Yayınları’na geliyorlar. Yakın zamanda hevesle başladığım bir üçlemenin ilk kitabı olan Öbürküler adlı romanım da Can Yayınları’nda yeniden basılacak. Yazarlık maceramda da, çevirilerimde de Türkiye’nin en kıymetli ve büyük yayınevleriyle çalışmak imkânı buldum. İlk çevirim Varlık Yayınları’ndan, ilk telif kitabımsa İletişim Yayınları’ndan çıktı. Bu anlamda şanslı sayıyorum kendimi. Can Yayınları da son derece önemli ve değerli bir yayınevi, son derece memnunum okuma alışkanlığı kazandığım çocukluk ve gençlik yıllarımda bana yol göstermiş olan Can Yayınları ile yolum kesiştiği için.
Peki Beyti Engin’in seslendirmesine nasıl karar verdiniz? Olay örgüsünde bir geçmiş olsun kartıyla Beyti Bey ile de buluşuyor, gülümsüyoruz.
Beyti ile biz on üç-on dört yaşlarımıza uzanan devirlerden beri arkadaşız. Birbirimizi iyi duyar, iyi anlarız. Dostluğumuz eski ve köklüdür. Birlikte iş yapmak fikri hülyalı çocukluk günlerimizden beri hayallerimizi süsleyen bir şeydi. Bunu Gaip’le başlattık ama devam edeceğiz. Onun benim yazdıklarıma verdiği ses öyle içselleşti ki okurlardan Beyti Engin’in sesini sizin sesiniz olarak duyuyoruz biz artık, türünden iltifatlar alıyorum. İşin ilginci ben bile yazarken bazen Beyti’nin sesini yakalıyorum kendi içimde. Bu anlamda ona minnettarım, herkese nasip olacak bir güzellik değil bu yaşadığım. Buradan da bir kez daha teşekkür etmiş olayım.
Metinlerarasılık kavramını çok seviyorum ben romanlarda. Nitekim sizin okurlarınız da Salih Bey’le torunu Başak’ın bir sohbetlerinde Başak’ın kapağında kayısı resmini tasvir ettiği ilk anlarda Dünya Bu Kadar romanınızdan söz ettiğinizi hemen anlar. Neden özellikle o Dünya Bu Kadar’a gönderme yaptınız?
Benim bütün kitaplarımda başka kitap ya da kitaplarıma küçük, ufacık da olsa bir gönderme, bir selam illaki vardır. Örneğin, Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ve Olduğu Kadar Güzeldik’te yer alan ikişer öykü aynı hikâyenin farklı gözlerle anlatılmasıdır. Bu küçük oyunları seviyorum. Öte yandan, Dünya Bu Kadar ilk çıktığı günden beri okurla benim aramda, sanki benim öykü yazmama engel olan bir üvey anneymiş de o yüzden öykü yazmıyormuşum gibi bir gerilim yarattı. O yüzden pek iltifat görmedi de. Yazdıklarıma karşı içimde taşıdığım “ana yüreği” ile ona pek kıyamıyorum bu yüzden. En sevdiğim kitaplarımdan biri Dünya Bu Kadar, her vesileyle söylüyorum bunu. O yüzden hem Gaip’te hem de onun takipçisi olan Acaip’te ona selam göndermeden edemedim. Üstelik onunla ilgili karşılaştığım eleştirileri de kendime bir ders olsun diye roman kahramanlarına söylettim. Dediğim gibi bu tür küçük oyunlar benim hoşuma gidiyor. Yazmak, kendi yazdıklarım özelinde söylüyorum tabii bunu, benim oyun parkım.
Anlatıcının üçüncü kişi olması gerektiğine nasıl karar verdiniz? Mesela olayları biz neden direkt Salih Bey’in ağzından dinlemedik/ okumadık?
Anlattığım hikâyelerde, formu roman da olsa öykü de, genellikle kimseden taraf olmamaya çalışıyorum. Karakterlerle aramda belli bir mesafeyi hiç aşmamaya çalışıyorum metnin sağlığı açısından. Bu mesafeyi koruyabilmek adına bu hikâyenin üçüncü kişi anlatılmasını teknik olarak bana daha fazla alan açacağını düşündüm.
Bir trafik kazası sonrasında hafızasını tamamen yitirmiş Salih Bey ekseninde bir ailenin, bir ülkenin tüm yaşamını okuyoruz. Salih Bey eril şiddeti görünür kılmak için yaratılmış bir karakter gibi. Baba-oğul, dede-torun, birey-devlet ilişkilerine dair derin incelemeler yapabiliriz romanınız aracılığıyla. Tek bir yönden değil de eril kötülüğün bütün yönlerini göstermek için mi geniş bir perspektif tercih ettiniz?
Evet, çünkü tüm ilişki tiplerinde, gerek insanlarla insanlar gerekse de insanlarla kurumlar arasında, erillik genellikle insani dengeleri alt üst eden bir faktör olarak kendini gösteriyor. Devlet erkektir, ahlak erkektir, siyaset erkektir, dil erkektir ve tüm bu önermeler maalesef yarattığı baskı alanıyla çeşitli özgürlükleri belli ölçülerde kısıtlayan hatta kimi zaman tamamen ortadan kaldıran şeyler üzerine düşünmemizi sağlıyor. Erilliği ortadan kaldıramayız belki ama bu onunla kavga edemeyeceğimiz anlamına da gelmez, öyle değil mi?
Salih Bey’in eşi Nermin Hanım, kazanın ardından Salih Bey’e kıyafet diker gibi karakter dikiyor. Ona özelliklerinin tam tersini anlatıyor. Güler yüzlü, sevecen, merhametli bir eş, baba, dede profili resmediyor adeta. Salih Bey ise eşinden dinlediği hâli ile kendini sevmiyor, ömrünü onun bunun mutluluğu için harcadığını, ailesinin ve çevresinin huzuru için feda edilmiş boktan bir hayat yaşadığını düşünüp her şeyi unuttuğu için seviniyor. Bütün bunlar bana benlik kavramını düşündürdü. Ne dersiniz benlik, kaybolmayan asıl unsur mu?
Bu konuda görüşler muhtelif. Benlik gerçekten de mutlak ve katı bir şey mi yoksa Theseus’un gemisi gibi her gün bir parçası değişse de cismen aynı kaldığı savının altında bambaşka değişimler saklayan bir şey mi, bunu kestirmek çok zor. Ama karakter özelliklerinin kimisinin hakikaten de fiziksel karşılıkları olduğu ve değiştirilemeyeceği iddiası da çok mesnetsiz gelmiyor açıkçası. Bu konuda kafa yormak isteyenlere, hadsizlik sayılmazsa, Itır Erhart’ın Ben Neyim ve Terry Eagleton’ın Kötülük Üzerine Bir Deneme’sini önerebilirim.
Salih Bey’in büyük oğlu Samim babası nedeniyle bir hayli yaralı. Yirmi yıldır babası ile konuşmuyor, babası ise bunun farkında bile değil. Aile dediğimiz iç içe yaşayan birlik, neden bu kadar uzaklığı da içinde barındırıyor?
Aile doğuştan mühürlendiğimiz ve asla azatlık kazanamadığımız bir ilişkilenme biçimi. Bunun iyi tarafları kadar kötü tarafları da var. Atsan atılmaz, satsan satılmaz sözü en iyi aile ilişkilerini tarif etmek için kullanılır sanırım. Aile bağlarının asla kopmaz, zedelenmez olduğuna duyduğumuz inancın yarattığı konfor sanırım bizi özen denilen şeyden uzaklaştırıyor. Özenin ortadan kalktığı ilişkiler de genellikle zehirli hâle geliyor. O yüzden en çok ailemizi seviyoruz ama en çok onlarla çatışıyoruz. En çok onlara nazımız geçiyor ama en az onların nazını çekebiliyoruz. Aile ilişkileri, sosyal alanlarda kazanılan ilişkiler olmadığı için her türlü zıtlığı içinde barındırabiliyor. Tahammül sınırını belirsizliği bu türden çatışmaları doğal kılıyor belki de.
Samim ve Fikret’in babalarına sevgisi, nefreti, hayranlığı, düşmanlığı ya da babalarının evlatlarına tavrını eser boyunca rahatlıkla okuyabiliyoruz. Bu nedenle de baba-oğul romanı olarak sınıflandırabiliyorum. Ancak Salih Bey’in bir diğer evladı Müge hakkında bazı bilgiler edinsek de Salih Bey’le baba kız ilişkisine dair örnekler ile sık buluşmuyoruz. Müge de en az ağabeyi Samim kadar yaralı. Müge’nin aile içindeki konumu tartışılır durumda. Müge neredeyse yok hükmünde. Müge, bu aile içinde neden bir ötekileştirmeye uğruyor?
Bu konuda çok haklısınız. Aslına bakarsanız Nermin Hanım da yok. Nermin Hanım’ın hikâyedeki konumu Salih Bey’le olan ilişkisinin kapladığı alan kadar. Çünkü bu hikâye bir erkek hikâyesi. Bir kötülük hikâyesi. Erkeklerin dünyasına, onları çekişmelerine, gururlarına, kırılgan erkekliklerine, birbirlerine karşı kolaylıkla vahşileşebilmelerine bakan bir hikâye Gaip. O yüzden de, televizyon dizilerindeki gibi, iki de kadın olsun şurada, diye kadınlar yaratıp yerleştirmeye çalışmadım hiç. Sadece iki erkek kardeş de olabilirlerdi. Öyle de yazabilirdim elbette. Ama özellikle hikâyede bir yok sayılan Müge’nin bulunması gerektiğini düşündüm. Salih Bey’in karısı Nermin ve Salih Bey’in kızı Müge… O kadar. Çünkü Salih Bey’in dünyasının ancak bu yolla daha iyi zihinlerde canlanacağını düşünüyorum.
Sosyal medyanın gücünden de söz edelim. Şüphesiz son yıllarda farkındalık yaratmada, şiddetin görünür kılınmasında ve duyulmasında sosyal medyanın etkisi tartışılmaz bir noktada. Romanda sosyal medya aracılığıyla ile bir ses duyurma çabası var hatta “Hukuk herkese lazımdı,” cümlesi üzerine saatlerce konuşabiliriz tahminimce. Sosyal medya, hukukun işlevsiz kaldığı noktada sürece etki ediyor mu sizce? Toplum olarak hukuk yerine sosyal medyanın gücüne inanmamızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yeni bir şey sayılmaz aslında. Mahallede ev yanar, itfaiye çağırırsınız, o gelene kadar mahalleli kazmayla, kürekle, kovayla, battaniyeyle söndürür yangını. İtfaiye de gelince yalandan iki su sıkar, konu kapanır. Biri düşer, yaralanır, hastalanır, ambulans gelene kadar birileri illaki arabasına atıp acile yetiştirir onu. Bizim toplum olarak olaylara müdahale şeklimiz evvel ezel böyledir. Çünkü bizde, alınanlar olacaktır elbette ama, kimse devlete ve onun kurumlarına güvenmez. Kimse komşusuyla kavga edince, Amerikan filmlerindeki gibi, “Hey, dostum lanet olsun sana,” deyip polis çağırmaz. Hemen eve dalıp sopa arar, silah arar komşusunun üstüne yürür. Çünkü adaletin de devlet eliyle sağlanabileceğine inanan çıkmaz çoğunlukla. Sosyal medya mevcut toplumsal ilişkiler ve deneyimlerin kendince yeni mecralar bulduğu bir yer oldu. Kimse itfaiye çağırmıyor orada da, herkes komşunun evini söndürmeye koşuyor. Ya da yakmaya.
Kitapta bir yazar olarak sizi de duyuyoruz: “Hukuk bir palavradır ama adalet evrensel ve mutlaktır.” Evrensel ve mutlak olan adaleti sağlamanın yolu hukuk değil midir?
Hukuk genellikle güncel-politik bir olgudur. Samimiyetle size sorayım, bugünün atanan tüm hakim ve savcılarına güvenip, onları zihninizde mevcut iktidarla hiç ilişkilendirmeden onların kapısına gönül rahatlığıyla gidebilir misiniz? Siz onları ilişkilendirmeseniz de onlar siz daha dava dilekçenizi masalarına bırakıp kapıdan çıktığınız anda sosyal medyada adınızı aratıp tweet’lerinize bakacaktır. Böyle adalet mi sağlanır? Adalet mutlak bir şeydir, dediğim gibi. Ama hukuk her dönem, her rüzgara karşı yön değiştirebilir. Bunlar gider öbürleri gelir, başka bir şey olur. Güncel siyasetin etkisinden kendini kurtarması imkansızdır. Ben böyle düşünüyorum. Daha fazla politikleşip güncel örnekler vermeye başlamadan burada sonlandırayım cevabımı isterseniz.
İşlediğiniz konu itibarıyla cesaretiniz beni umutlandırdı. Bireysel bir pencereden toplumsal kırılmalara uzanışı anlatmanız, bir anlamda elinizi taşın altına koymanız beni de yazarların sorumlulukları üzerine düşünmeye zorladı. Yazarın yazdıklarıyla topluma karşı sorumluluğu nedir? Bu sorumluluk nerede başlar ve biter?
Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama ben yazarların sorumluluğunun herhangi bir yurttaştan daha fazla olduğunu düşünmüyorum. Sanatçıları bu türden yükler altına sokmanın iyi olmadığına inanıyorum. Herkes elini taşın altına koymak zorunda değildir gibi geliyor bana. Koyanlara da koymayanlara da aynı saygıyla bakıyorum.
Edebiyat öğretmeni olmanın yanında çocukluk hayalinin peşinden emin adımlarla ilerliyor. Kendi platformunu oluşturarak dostlarını bir araya topladı. Dostlarıyla sanatın her alanında üretim yapıyor ve inatla yapmaya devam edecek. Saplantılı edebiyat takipçisi. Kimi zaman Kafka’nın böceğinin peşinde, kimi zaman Slyvia Plath’in kafasını soktuğu fırının içinde. Kimi zaman Dostoyevski’nin yarattığı ‘Öteki’ ile ilgileniyor.