Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi şiirleri ile Arkadaş Z. Özger İlk Kitap Ödülü’nün ardından Metropol Ninnisi kitabı ile de Selçuk Baran Öykü Ödülünü alan İsahag Uygar Eskiciyan’ın son öykü kitabı Patates Jazzı geçtiğimiz ay okurları ile buluştu.

Eskiciyan ile Patates Jazzı’ndan, edebiyattan, müzikten, resimden eleştiriden, içinden geçtiğimiz hastalıklı günlerden ve insanın bitmeyen şiddetinden konuştuk.

Beckett, 1956 da New York Times’a verdiği bir röportajda “Kimi yazarlar için yazmak yazdıkça kolaylaşır. Benim için daha da zorlaşıyor. Benim için olasılıklar alanı gittikçe küçülüyor.” diyor. Patates Jazzı dördüncü öykü kitabınız bir şiir bir de romanınız var. Siz ne dersiniz yazmanın zamanla aldığı hal üstüne?

Beckett’in adıyla bir söyleşiye başlamak da nasip oldu bize. O zaman en sevdiğim kitabının adı da şurada dursun: Adlandırılamayan.

İlk kitaptan sonra edebiyattan uzaklaşanların sayısı edebiyatta ısrar edenlerin en az üç mislidir. Bu konuda bir istatistiki bilgi yok, sadece bir tahmin bu. Beckett kendi yazını için ifade etmiş bunu, yazdıklarını düşününce o metinleri yazan aklın böyle düşünmesini olağan buluyorum. Yalnız bu konuda Sayın Yazarımızın belirttiği zorluğu yaşamadığımı ifade etmek istiyorum. Yazdıkça yazmak kolaylaşıyor mu? Bundan emin değilim ama edebiyat zaten kolay, zor olan hayat! Zor olan, insan olarak var olabilmekte yani yaşamakta!

Bugün bir gence Stefan Zweig ve eşi Lotte’nin intiharını anlattım. Geride bıraktığı mektupta “anadilimin dünyası yok olduktan sonra” ifadesi geçiyor. Buna takılıp kaldım uzun süre. Zweig için şüphesiz edebiyat, yaşamdan daha kolaydı. Neyse, konumuza dönelim: Anlatmaya başladığımızda anlattıklarımızın eksildiğini düşünmüyorum. Başka kaygılar peydahlanıyor. Misal kalıcılık, misal gelecek… Şu da net: Gelecek, geleceğe kalmayacak!

Gelişen teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının da desteğiyle popüler kitapların yayın dünyasının büyük bir bölümünü domine ettiğini görüyoruz. Çoklu baskı adetleri, büyük bütçeli tanıtımlar, reklam destekleri. Yazılanın değil, yazanın önde ve ısrarla görünür olduğu bir dönem. Günün sonunda edebiyatın da piyasalaşması! Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yaptığımız işin kutsallığına inandırılmışız: Şairiz, tanrının sözüyüz; yazarız, ulu bir nefesiz… Komik ama bu bakış açıları yok değil. Böyleyken üzerine titrediğimiz, geceler boyu uykusuzluğumuza hatta sevdiklerimizi ihmalin nedeni olan yaratımlarımızla aynı zamanda bir sektörün çarkları arasında olduğumuz fikri bize ağır gelir. Ama öyle. Su Kasidesi’ni, Leylâ vu Mecnun mesnevisini yazan Fuzûli aynı zamanda maaşını geç aldığı için Şikâyetname’yi yazan bir şair. Bir de şiirini buna alet ederek Bağdatlı memurların adını rüşvetçiye çıkarmasın mı! Tamam, ilahî aşk; tamam, şiirde kolaylıkla serden geçebilir ama yaşamak için o paraya ihtiyaç var. Hayat diye bir şey var neticede, romantik olmayı reddeden bir hayat. Bir kitabın yapım sürecinde şüphesiz yazar/şairin rolü yadsınamaz. Ama kâğıt işçileri, matbaa emekçileri, grafikerler, editörler, düzeltenler, son okumacılar, kargo elemanları, dağıtımcılar, kitabevleri de var bu sektörde. Ve kimse öpücükle ya da duayla kâğıt vermiyor. Bu çarkın dönmesi gerekir. Benim, senin, onun birkaç yüz adet satacak kitabına kalsa ortada eleştireceğimiz bir sektör bile kalmaz. Günün sonunda herkes işini yapıyor.

Nitelikli yapıtlar ortaya koymuş tüm yazarların iyi birer de okur olduğunu görüyoruz. Sizce kime iyi okur demeliyiz? Nasıl bir okuma biçimi okuyana da yazana da farklılık katıyor?

Yazarların aynı zamanda iyi okur oldukları fikrine katılmıyorum. Öyle bir zorunluluk da yok doğrusu. “Okur”u, iyi okur olarak görüyor muyuz? Bu da tartışılır. Ellerinde görmeyi arzuladığımız kitapları görünceye kadar okuru nitelikli bulmayız. Misal, Proust görürüz elinde; tamam, bu iyi okurdur deriz. Beş gün sonra elinde, pembiş maviş kapaklı, yasemen kokuşlu kitap görünce daha da suratına bakmayız. İstiyoruz ki herkes sevdiğimiz kitapları okusun, sevdiğimizi sevsin, burun kıvırdıklarımıza bakmasın bile. Elinde Tolstoy, Dostoyevski, Joyce, Tanpınar, Kafka, Proust olsun isteriz. Peki, Proust iyi bir okur muydu? Hayranlıkla okuduğum bir yazar, orası başka! Sırf yakınlığından dolayı ismi başka hiçbir yerde anılmayan dostlarının şiirlerini Baudelaire’le, ahbaplarının romanlarını sırf kibarlık olsun diye diye Victor Hugo’yla kıyaslardı, başyapıt diye bunlar için tanıtım yazısı bile yayınlardı. Bu yazarların yapıtlarını Proust’un bu ölçüsüz övgüleri bile kurtaramamış. Bu başka konu. Onun için sırf müellifi, arkadaşı diye bir kitabı öve öve bitiremeyenleri görünce yadırgamıyorum. Kimler yapmamış ki bunu!

Bence hangi kitap olursa olsun, okuduğunu tekrar okumak özlemi duyan kişi iyi okurdur. Neyi neden sevdiğini bilmek zorunda da değildir.

Ben kültür edebiyat dergilerinin ve eleştiri metinlerinin ufuk açtığı bir kuşaktan geliyorum, bugünkü okurluğumda o metinlerin ve okumaların büyük payı var. Okur olarak, bugünün edebiyatının en önemli eksiklerinden birinin eleştiri metinlerinin azlığı olduğunu düşünüyorum. Siz hem okur hem yazar olarak ne dersiniz?

Eleştiri yok değil, var. Var ama eleştiriye tahammül eden kalmadı. Eleştirdiğin, çocuk gibi küsüyor; seni “kıskançlıkla” suçluyor. Böyleleri, etrafında birçok alkış meraklısı da tutar, kriz durumunda hemen kendini övdürür, alkışlattırırlar.

Orçun Ünal, Öykülem dergisinde kitap eleştirileri yazıyordu; dergi kapandı, arşive bakınız, büyük emek var yazılarında. Sağ olsun beni de eleştirdi bir yazısında. Kıymetli bir iş; eleştirilerine katılırım katılmam o ayrı konu. Eleştirisini kendi sosyal medya hesaplarımda paylaşmamı garipseyenler oldu. Ne demek, hakkımda yazacağı en ufak bir övgüyü paylaşmayacak mıydım? Neden şimdi eleştirisini paylaşmayayım?

Eleştiri yerinde duruyor ama bizim bu alınganlığımız ne olacak? Daha da büyüyor efenim.

Patates Jazzı öykülerinde kahramanların yer yer kavramlarla hayatla ve kendileri ile sert ama bir o kadar da ironik ve eğlenceli bir dille yüzleşmelerine de tanık oluyoruz. Belirgin bir üslubu, kendi sesi olmasına rağmen okuruna her kitabında dil ve anlatım ile ilgili yenilikler sunan bir yazar olarak tema ve biçim ilişkisi ile ilgili ne söylemek istersiniz?

Hiçbir zaman bilinçli bir şekilde, yenilik arayışı içinde olmadım. Bu konuda inandığım bir şey var: Yeni, en çabuk eskiyendir. Sevdiğim öyküleri sevebileceğim şekilde yazmaya çalışıyorum; yazarken, okurken, yayınlarken mutlu oluyorum, hepsi bu. Biri çıkıp bu öyküleri sevdiğini söylerse ne mutlu bana.

Göğsün Altında Yirmi Milim öykünüzden hareketle; ödüller hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum. Ödül sanatsal yaratıcılıkta bir başarı ya da ilgili olduğu disiplinin “En iyi”sini seçmek midir? 

Tamam, ödüller mükemmel işleyen sistemler değil, bu kesin. Ödül seçici kurullarının, “en iyisi”ni seçmek gibi bir çabasının ya da iddiasının olduğunu düşünmüyorum. Böyle düşünülüyorsa çok yanlış. Sonuçta beş altı kişiden müteşekkil bir kurulun oy çokluğuyla verildiği bir ödül (Oylama sapmasında bir iki oya tekabül ediyor.) neden o yıl yayınlananların en iyisi olsun ki! Bakış buysa problemli. Ödülleri ayrıca önemsiyorum, dâhil de oluyorum. Ödülden dolayı da olsa şiirlerimin Arkadaş Zekai Özger’in, öykülerimin Selçuk Baran’ın adıyla anılması beni mutlu ediyor.

Patates Jazzı’nda en sevdiğim öykülerden biri oldu “Balkondan Uçan Buda”. Sanatın birçok dalına ince göndermeler var, anlatımda. Botero’nun şişman kadınları gibi. Edebiyatın dışında başka bir sanat dalıyla yakınlığınız var mı? Nasıldır resimle aranız?

Resim sanatını, çağdaş sanatları ve tiyatroyu elimden geldiğince takip etmeye çalışırım. İlk kitabımdan yayınlanmadan birkaç video art çalışmam da oldu. Çizimlerim mevcut ama soyut karalamalardan öteye giden çalışmalar değiller.

“Hor görme algoritmasına göre sırasıyla önce saraylılar, sonra kentliler, daha sonra akarsuya yakın olanlar bu köyü hor görürdü, dış nazar bittiğinde sıra köylülerin birbirini aşağılamasına gelirdi.” ya da “Onlar adam değil, boyacı” ve yahut “İyi, belki artık kibrimizi, hırsımızı sorgulamaya başlarız.” Üç farklı öyküden üç cümle ile tedirgin bir “öteki”nin sesini duyuyoruz. Sizce çağımız insanı kendi gibi olmayana karşı anlayışsız, acımasız, yok sayıcı ve şiddet dolu mu? Son yıllarda daha da artan kadına şiddet ve kadının maruz kaldığı baskı üzerine ne söylemek istersiniz?

Sorunuzun ilk kısmına fikri, dini, mezhebi ne olursa olsun “Hayır” yanıtını verecek tek insan bulamazsınız. Kesinlikle insan kendi gibi olmayanın yok edicisidir. Dünya tarihine bakmaya gerek yok, bugüne bakmak yeterli. Ormanları yok eden insan, kadınları katleden insan, doğayı harap eden insan, geyiklerin canını ihaleye konu eden insan, çocuk istismarcılığına “erken yaşta evlilik” süsü veren insan, birbirinin dilini, rengini, boyunu aşağılayan insan, birbirinin malına çöken, canlara kasteden insan, işte insan bu! Olmuşların en vahşisi insan! İçinde kötülük taşıyan tek canlı. Milyar saysan yeterli gelmez. Burada durayım.

2020’de şunu gördük: İnsan, doğaya karşı uyguladığı vahşetin acısını çekmekle mükelleftir. Doğa, kendi hesabını görür! Kadınların, çocukların hesabını da sormak bize düşer. İstanbul Sözleşmesi tüm maddeleriyle uygulanmalı, çocuk istismarcılarına hak ettikleri cezalar verilmeli!

Şu ki robotların dünyayı ele geçirmesini ya da uzaylıların dünyayı düzeltmesini, belki de yok etmesini beklemekle olacak iş değil bu!

Poetik olanla politik olanın yan yana gelmesi tarihte her zaman sıçramalar yaratmış. Sizce günümüz Türkiye’sinde sanatın her dalının maruz kaldığı baskının nedeni kültürel kamusallığın derinleşmesi ve yaygınlaşmasının idrak kapasitesi giderek yükselen sanatta yaratıcı, demokratik taleplerinde ısrarcı, davranışta özgürlükçü adil ve eşitlikçi bireyler yaratmasından duyulan kaygı mı?

Cevabım bu kadar doğru bir tespit içeremezdi. Cevap soruda gizli.

Arthur ya da Mahmut öyküsü muazzam bir kurmaca, aklıma Leo Malet’nin Tardi çizgileriyle bezeli sevdiğim Tolbiak Köprüsünde Hava Puslu kitabından “Uzağımızdaki kimi olayların evimizin kapısına kadar gelmeyeceğinden o kadar emin olamayız.” sözünü getirdi. Çizgi roman sever misiniz?

Bu soruda bir kitap önerisi var. Okumadığım ama şimdi merak ettiğim bir kitap, bunun için teşekkür ederim. Çizgi romanları sık takip edebildiğimi söyleyemem. Ama Arthur ya da Mahmut öyküsünün çizgileştirilmesi önerisi geldi. Dostane bir öneri. Olur mu olur.

Patates Tamimi öyküsünde sevdiğim bir cümle var. “Bir şiir kötüyse şairi utanmalıdır, şiirin kendisi değil.” Yazdığınız ilk kitap Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi, 2013 Arkadaş Z. Özger İlk Kitap Ödülü’nün de sahibi. Ne yazık ki henüz devamı gelmedi. Sizce şiirle şairin yaşamı arasındaki ilişki dolaysız mıdır? Şiir şairin yaşamı ile nasıl bir ilişki içindedir ve bu ilişki şiirde nasıl boy verir veya nasıl keser ilişkisini?

İlk kitabım şiirdi. Sonra dergilerde birkaç şiir yayınladım. Şimdi bunlar bir kitap oylumunda hazır bekliyor, ne zaman yayınlanır bilemem. Belki pat diye bir gün! Yani tam da şiir gibi ansızın o kitap gelir. Şiir doğal olarak şairiyle bir bağ içerisindedir. Ama Mehmet Kaplan gibi dizeleri birebir nesre çevirip tahlil edilecek bir şey değildir şiir.

“‘Belki şehre bir film gelir’ dizesinde şair, belki şehre bir filmin gelebileceğini, anlatıyor.” Bu onun parodisi tabii. Yakın örnekler söz konusu.

Patates Tamimi’nde doktor, Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi şair ile şiir arasında ilişki üzerinden alıntıladığınız cümleyle değerlendiriyor. Şairle şiir arasındaki ilişki zamanla farklılaşır. Şöyle… Başlarda yazılan şey şiirdir diye yazana şair diyoruz, sonrasında ise şair yazdığı için o şeye şiir demeye başlıyoruz. Bu ikinci aşama şairin “rüştünü ispat”ıyla da değerlendirilebilir belki. Daha kolay yayın imkânı bulur, ortaya koyduğu her şeye şiir deme kolaylığında olanlar da çıkar. Öyküdeki doktorun, şiir yorumu bu yönelimdeki şairler içindir.

Patates Jazzı, Çay İçin Jazz, Mahsus Blues, öykü isimlerinden caz ve blues sever olduğunuzu çıkarabilir miyiz? Nasıldır müzikle ilişkiniz?

Caz, blues severim. Bir tür üzerinden tanımlayacaksam kendimi, daha çok türkü, sanat müziği ve klasik müzik dinleyicisi olduğumu söyleyebilirim. Bunu söyleyince garipseyenler oluyor. Hiç türküsever gibi durmuyormuşum… Yani öyle diyorlar. Ben de bunu garip buluyorum. Bir türküyü güzel söyleyebilecek bir yeteneğim olsun isterdim. Sadece bir türküyü. Hangisi olduğu fark etmez.

Zift’te “Yeryüzü İhanettir.” demiştiniz. Pandemi nedeniyle; korku, kaygı ve endişelerimizin arttığı, psikolojik olarak kendimizi sorguladığımız, ekonomik ve sosyolojik olarak zorlandığımız ezberimizi bozan bir süreçten geçiyoruz. Sizce almamız gereken dersleri aldık mı? Pandemi sürecini siz nasıl geçirdiniz? Bu süreç edebiyatta nasıl bir karşılık bulacak kendine?

Asıl sorgulamamız gereken şey, doğadaki yerimizdir. İnsan doğanın neresindedir? Kendimizi sahibi olarak gördüğümüz bir Dünya var. Bu mavi gezegene lanet olmaktan başka neyiz. Kaç canlı türünün nesli sırf insanın yaptıklarından dolayı tükenmiş? Son yüzyıl içinde yaşadığımız pandemilerden ders mi almışız? Sanmam, hâlâ egemeni olduğumuzu sandığımız dünyada doğayla mücadele içindeyiz. Başka bir türe yaşam hakkı tanımıyoruz. Ancak yediğimiz hayvanları ve ancak evde beslemek için türettiğimiz canlıları seviyoruz. Yani ya kafeste ya da fırında… “Hayvanların dini olsaydı, şeytanı insan şeklinde hayal ederdi.” diyen William Ralph Inge’e katılmamak elde değil.

Coronavirüse yakalananlar arasındaydım. İki ay geçti üzerinde 15 kilometre koşabiliyordum, maratona hazırlanıyordum şimdi 100 adım yürüyünce nefes nefese kalıyorum.

Bu süreç her toplumsal vakada olduğu gibi yine edebiyatta kötü öykülere neden olacak.

Patata ve Papatya ve sonrası birbiri ile de konuşan dokunaklı öyküler. Hikâyeden de yola çıkarak sizce yaşadıklarımızın kökleri çocukluğumuzun derinliklerinde mi saklı? Kendimizi, annelerimizi, dünyayı edebiyatla iyileştirebilir miyiz?

Bu mümkün. Edebiyat, insanı iyileştirebilir. Yaşar Kemal’in “Kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı olsun. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın,” dediğini hatırladım. Bu mümkün ama komple bir insanlık için öyle bir şansımız yok. Yine Mahmud Derviş’in bu cümlesi çok paylaşılır: “Şiir, bir savaş uçağını düşüremez ama pilotunun düşüncelerini değiştirebilir.” Bu mümkün ama edebiyat, insana kötülük aşılayan diğer şeylerin yanında çoğunlukla çaresiz kalıyor: Para, hırs, erk, kudret!

Annelerimizi iyileştirmenin yolu yoktur, çünkü evlat sahibidirler ve bu derde âşıklar. Patata da takıntı derecesinde olan anne sevgini yüreğinde taşır ve yaşına rağmen bu derdine âşık bir çocuktur.