Siyah zemin üzerine sarı yaldızlı renkler düşer ve filmin jeneriği akmaya başlar. Yazı fontları masal tadında bir hikâye izleyeceğimize dair bize göz kırpar gibidir. “Her şeyi anlatacağım sana.” diyen dış sesle birlikte ekran açılır ve Muazzez’in anlatımıyla flashback sahneler başlar.
Filmin yönetmen, senarist ve başrol koltuğunda usta kalem Yılmaz Erdoğan vardır. 1970’li yılların Hakkâri’sinde geçit vermeyen dağların arasındaki belediye reisi Aziz Özay’ın ve ailesinin yer yer güldüren yer yer de duygulandıran hikâyesidir beyaz perdeye düşen. Sert mizacıyla tanınan Aziz Özay’ın bir meyve bahçeleri bir de çarşıya dahi inmeleri yasak olan evlenme çağına gelmiş üç kızı meşhurdur. Kızlarının talipleri geldikçe hikâye de bambaşka bir hal alır. Babasına oy vermediği için Reis’in evlenmelerine onay vermediği Türkan-Servet aşkı, “kendileri gibi olmadığı” için reddettiği mühendis Hatip-Safiye aşkı ve ailenin en küçük kızını “şampuan”la tanıştıran Özgür-Muazzez aşkı. Darbe sonrası yaşanan çatışmalarla birlikte yöre halkı yavaş yavaş evlerini terk etmek zorunda kalır. Bu hanelerden biri de Aziz Özay’ındır. Gözlerimiz 90’lara kayarken hem hikâye hem de Reis’in teleferik hayali Antalya’da son bulur.
Film sinemada kadın temsilleri ve aile hakkında yeniden düşünüp okuma yapmamıza olanak sağlar. Gelin olan kızları evden ayrılırken kadrajda sadece evin genel plan görüntüsü vardır. En üst katta evin “reisi” Aziz Özay eril iktidarı temsil ederken alt katta ikinci plana itilen kadınlar vardır. Okula dahi gidemeyen (Türkan, Muazzez), kiminle evleneceğine babanın karar verdiği, çarşıya dahi çıkamayan, kapı aralıklarından olan biteni dinlemeye çalışan, kuma kelimesinin ağırlığı altında ezilen (Reis’in karısı Ayda), tek sorumlulukları ev işleri ve çocuk büyütmek olan alışılagelmiş “kadın temsillerini” başarılı bir şekilde anlatılır. O yüzdendir ki ablasının görücü gelmesini istediği Servet’e mektupları yazan kişi kızların tek okuryazarı olan Safiye’dir. Annenin olduğu sahneler kısıtlı ve belirli bir çerçevenin içine hapsolmuş gibidir. Ayda’yı ocak başında dumanların içinde ekmek yapmaya çalışırken, kızlarıyla ev işi yaparken ve Reis’i kızdırmaktan korkan ürkek tavırlarıyla görürüz. Muazzez’e hediye edilen şampuanı yakalayan Reis’in, kızlarını cezalandırmak için kemeriyle dövmesi de eril iktidarın altında ezilen kadın temsiline en güzel örneklerden biri olarak okunabilir. Toplumsal değişimin ne denli hızlı olduğunu da yine bu sekanslar sayesinde fark ederiz. Tüm bunların yanı sıra Reis’in üstünde bir başka eril güç vardır: “ağa”. Reis’in hayır diyemeyeceği, onu ikna etmek için Ankara’dan gelen “ağa” yörede devam eden feodal sistemin bir simgesi olarak okunabilir.
Ana akım sinema kodlarının hâkim olduğu filmde anamorfik lensin sağladığı yenilikler de göze çarpar. Ormanda şalları uçuşa uçuşa ağaçlar arasında koşturan üç genç kızın olduğu planlar, kızların nehirde yüzerken çekilmiş sualtı çekimleri, Safiye’nin denizle buluştuğu sahne, yaylaya iniş çıkış ve Antalya’ya göç gibi taşınmaların anlatıldığı sahnelerdeki havadan çekimler filmin şiirsel sahnelerinden sadece birkaçıdır.
Elinde bastonu, bahçesini gezen Reis, ziraat mühendisi Hatip’e elmalarını gösterir. Aşı vurulan elmalar kırmızı ve tatlı olurken sadece tek bir ağaç aşı tutmamış ve ekşi kalmıştır. Reis’in deyimiyle ağaçlar da insanlar gibidir; terbiye edilip ehlileşmelidir. Ve asi bu elma ağacının hiç şansı yok gibidir. Ablaları gibi zamanı geldiğinde evlenmeyen ve babasına annesi vasıtasıyla hayır diyebilen kişi Muazzez’dir. Belki de Reis’in aşı tutmayan tek kızı…
Filmdeki yeşil atmosfer ve kadınların rengârenk elbiseleri Hakkâri ilini düşündüğümüzde zihnimizde oluşan çorak imgelemlere tezat oluşturacak niteliktedir. Asker arkadaşından gelen fideler ve onların nasıl büyütüleceğine dair “bilgiler” kurak toprakların adeta bir vahaya dönüşmesini sağlar. Yaşamı yok edecek tek neden ise şiddettir.
Reis’in dönemin ötesindeki şıklığı, kadınların rengârenk yöresel kıyafetleri kostüm tasarımının ne kadar başarılı olduğunun bir kanıtı gibidir. Fakat renkli bu atmosferler darbeden sonra bir gece Reis’in “çalar saatini” kurup gaz lambasını söndürmesiyle değişir. Tıpkı oda gibi Reis’in de zihni geçmişin karanlığına saplanıp kalır. Hatıralarda geriye gidişin, Reis’in hastalığının ve çatışmalar yüzünden evlerini terk etmek zorunda kalacaklarının metaforik bir anlatımı gibidir “çalar saat”. Bundan sonrası yokuş aşağı gibi gelir. Reisin dediği gibi “Eskiler hatırlanacaktır, yeniler unutulurken.” Ve biz unutmayalım diye Yılmaz Erdoğan hem eskiyi hem yeniyi hatırlatacaktır bize.
Filmdeki kırılma noktalarının en metaforik anlatımı darbe sonrası loş çalışma odasına hapsolmuş ve kapı eşiğinde sandalyesinde oturan Reis’in genel plan çekimle arkadan gördüğümüz sahnelerdir. Birer fotoğraf karesini andıran bu sahnelerde evdeki eşyalar artık toparlanmaya başlamıştır. Bir kapı eşiğinde olan Reis artık ne Hakkâri’deki evine aittir ne de tam anlamıyla dışarıya. Antalya’ya göç ettiklerinde ise Reis artık balkonda ve arkası değil yüzü dönük halde kadrajda yer alır. Kapı eşiğinden kurtulmuş olarak. Ama artık eski Reis değildir. Bir gün takım elbiselerini giyip gözlüğünü takarak evden çıkar. Belediye binasına gider. Çalışanların kendisini durdurması üzerine farklı bir yerde olduğunu anlar. Şans eseri orada çalışan Hatip’in Reis’i tanıyıp ona yardım ederken “Bu belediye benim belediyem değil.” cümlesini duyarız mırıltı halinde. Karakterin iç dünyasını anlamamızı sağlayan en güçlü sahnelerden biridir bu. Eğer bir Yılmaz Erdoğan sinemasından bahsedeceksek en önemli özelliğinin özgün dili ve sağlam hikâye anlatıcılığı olduğunu vurgulamamız gerekir.
Filmin belki de en masalsı sahnesi Muazzez’in yıllar sonra Özgür’ü gördüğü sahnedir. Reis’in kestiği son ekşi elma ağacından hatıra olsun diye yanına alan Hatip’in büyüttüğü elma bahçesindedirler. Ve o ağaç artık Reis’e “karşı gelen” değil; bol ürün veren ekşi elma ağaçlarıdır. Genel plan çekimle anlatılan bu buluşma sahnesi Âdem’le Havva’nın yeryüzünde birbirlerine tekrar kavuşması gibidir. Cennetten kovulmalarına neden olan “elma” Newton’un kafasına düşerek belki ilk kez günahından arınmaya çalışır. Yer çekiminin bulunmasına ilham olan “elma” bu kez bir filmde iki aşığın kavuşmasına şahitlik eder. Sonuçta her günahın bir kefareti vardır. Ekşi elmanın da kefareti belki de budur; ehlileşmiş olmasıdır.
Mizahla dramı başarılı bir şekilde harmanlamayı başaran Erdoğan, kurduğu Reis karakteri ve anlattığı yöre ile birlikte bize farklı bir dünyanın kapısını aralıyor. Dağları bile engel görmeyen Reis, teleferik hayaliyle şehri bambaşka bir vizyona taşımaya çalışırken olayların kırılma noktası yaşanıyor. Çatışmalar önce Reis’in yeşil bahçesini sonra da diğer tüm evleri yok ediyor. Filmi izlerken şu düşünce şimşek hızıyla geçiyor: Reis’in projesi hayata geçseydi bizim tanıdığımız Hakkâri nasıl olurdu?
Erdoğan’ın en başarılı filmi olarak nitelendirebileceğimiz Ekşi Elmalar şiirsel sahneleri, birbirinden özgün karakterleri ve diyalogları ile şüphesiz ki izleyicilerde farklı bir yere sahip olacak.