Çok eski arkadaşım Ekin’le konservatuvar yıllarının ardından edindiği ikinci mesleğini, üretici gücünü nereden aldığını ve yeni kitabı Yağmuru Seven Adam’ı konuştuk.

Yıllardır illüstrasyon ve resimlerinle birçok evi süslüyorsun? Bir sanatçı için bazen hiç tanımadığı evlerde var olmak nasıl bir his?

Bu duyguyu tam olarak nasıl aktarabilirim bilemiyorum. Hayatım boyunca içimde duyduğum en güzel hislerden biri ama tarifi zor. Oldum olası üretmeyi sevdim ve (ağırlıklı olarak) son yedi senedir ürettiğim işler tanıdığım/tanımadığım bir sürü insanın hayatında yer alıyor. Belli ki bir şekilde onlara işlerimle hissettirdiğim çeşitli duygular var. Baktıkça hatırladıkları, mutlu oldukları, hüzünlendikleri birileri/bir şeyler oluyor bazen. Bazen de kendilerini buluyorlar çalışmalarımda. O duvarlarda işlerimle var olmak benim için tarifsiz bir mutluluk.

İnsan hiç yalnız hissetmiyor olmalı böyle farklı insanlara ulaştıkça. Ama olmaktan en çok hoşlandığın ev kimin?

Evet, gerçekten “yalnız değilim” diye düşünüyorum sık sık ve bu güzel bir duygu. Bu soruna başka türlü bir cevap verebilirim çünkü bir tek isim, bir tek ev yok benim için. Başka başka ülkelerde, tanımadığım kişilerin evlerinde olmayı çok seviyorum. Mesela İtalya’da Valeria’nın ya da İspanya’da David’in evinde olmak çok değişik ve güzel bir duygu. Veya Portekiz’de Joana’nın evinde olmak da öyle. Ne mutlu bana ki yaptığım işlerle farklı insanlara ulaşabilme ve farklı ülkelerde var olma şansım oldu yaşadığım bu hayatta. Bu yüzden kendimi çok şanslı hissediyorum.

Kendi evinde kimlerin tasarımları/işleri var?

Gelecekte büyük bir evim olsun ve tüm ev sevdiğim sanatçıların işleriyle dolu olsun istiyorum. Şimdilik elimdeki koleksiyon yok denecek kadar az. Blanca Gomez, Laura Berger, Mert Tugen, Tutku Bulutbeyaz, Gökçe İrten, Vardal Caniş, Elif Demir, Emrah Altınok ve Özge Balkan işleriyle evimizde bize mutluluk veren isimler.

İllüstrasyon dünyasına nasıl bakıyorsun?

Türkiye’de ve dünyada çok fazla yetenekli, yaratıcı ve üretken sanatçı var. Son bir buçuk senedir Uzay’ın bakımına, yeni unvanım olan anneliğe ve onun getirdiklerine odaklandığım için mesleğimin gerekliliklerini bilinçli bir tercih sonucu pek yerine getirmedim aslında. Yine de elimden geldiğince çalıştım ve ürettim. Fakat bu sırada kaçırdığıma üzüldüğüm birçok sergi, fuar, söyleşi, atölye oldu. Ama online olarak işleri ve haberleri takip etmeye çalışıyorum. Ayrıca, Türkiye’de illüstrasyon ve resim dendiğinde akla gelen isimlerin yoğun bir dayanışma ve arkadaşlık içinde olduğunu görmek mutluluk verici bence. Neredeyse tüm karma sergilerde karşılaştığımız isimler, gerçek hayatta da birbirlerini seven ve sayan sanatçılar. Böyle uzaktan baktığımda sevgi dolu bir komünite görüyorum. Ve bu çok mutluluk verici.

Kendi markanı yarattın. Bir hayalden markaya dönme serüvenindeki ilhamını nereden aldın?

Küçükken arkadaşımın babasının bana verdiği takma isim benimle büyüdü desem yanlış olmaz herhalde. 12 yaşımdan beri özellikle yakınımdaki insanlar tarafından “ekinakis” olarak bilinirdim. E-posta adreslerim, sosyal paylaşım ve portfolyo sitelerindeki kullanıcı adım hep aynıydı. Yani markalaşmaya çalışmadan oldu ne olduysa, bu isim benimle özdeşleşti. 2013 yılında yaptığım illüstrasyonları ilk kez internette paylaştıktan sonra biraz daha bilinirlik kazandı bu isim ve işlerim.

İlhamım ise üniversite yıllarımda kafamın içinde bir anda yanıveren ışıktı. Bu hayatta mutsuz olduğum ya da tam olarak mutlu olmadığım bir işi yapmayacağım dedim kendi kendime. Hatta kurduğum hayal tam olarak kendi ürettiğim bir değer üzerinden geçimimi sağlamaktı. Mezun olduktan sonra bir süre ne istediğimi görmek için çeşitli işler yaptım. Hâlâ viyola çalmayı seviyorum, hâlâ fotoğraf çekiyorum ama çizerken kendimi hiç olmadığım kadar mutlu hissediyorum. Bu da tam olarak hayalini kurduğum şeydi işte!

Markalaştığında nelerle karşılaşıyor bir sanatçı? Eksileri ve artıları neler?

“Markalaşmak” terimini ikiye ayırmak istiyorum kişisel ve kurumsal olarak.

Kişisel başlığı altında kendi deneyim ve tecrübelerimden bahsedebilirim. Bu “markalaşmak” büyük bir sorumluluk getirdi tabii beraberinde. Saatlerden kopuk bir şekilde çalışmak, atölyede sabahlamak, boyun-bel-sırt ağrıları, göz yorgunlukları vs. Hepsi yaptığın işi daha iyi yapabilmek için verdiğin emeğin küçük birer parçası. Neticede yaptığım bir işi görüp “Bu Ekinakis’in/Ekin’in işi” diyorlarsa kendimce bir başarı elde ettiğimi düşünüyorum hep. Bu arada bir de ürettiğin işin niteliğini göz önünde bulundurarak çıtayı düşürmeden üretmeye devam etmek gerektiğini düşünüyorum. Ama tabii insan doğası inişler çıkışlar oluyor hayatta. Ben bu sorumlulukla beraber kendimi biraz baskı altında hissediyorum zaman zaman. Hele ki anne olmamla beraber daha yavaş tempoda çalışma, hatta bazen duraklama hâli beni belirli aralıklarla ufak depresif ruh hallerine sürüklüyor. Sonra diğer anneleri hatırlayıp yalnız olmadığımın farkına varıyorum tekrar ve normale dönüyorum.

Kurumsal olarak ele alırsak; evet bireysel olarak üretiyorum ancak, işlerimin hemen hemen tüm dünyaya ulaştığını düşünürsek arka planda benim çapıma göre oldukça büyük bir operasyon dönüyor. Yeni işler üretemediğim, çalışamadığım, Uzay’la ilgilendiğim, kendimi yeteneksiz hissettiğim vs. zamanların tümünde baskı atölyemiz kesintisiz olarak çalışmaya devam ediyor. İşlerimin baskıları, paketlenmesi, kargolanması, iletişim kuran/soru soran insanların mail ve mesajlarının cevaplanması, duyurular, tanıtımlar, muhasebe işleri ve daha birçok iş aksamadan devam ediyor. Atölyemizde tüm bu işleri eksiksiz ve en iyi şekilde yapan şahane insanlarla çalışıyorum ve her gün harikalar yaratıyorlar. Bu sebeple bu güzel Ekinakis ekibine minnettarım gerçekten.

Yani Ekinakis bir marka olduysa bu ortak bir çalışmanın ve eşim Turgut’un yardım ve desteğinin sonucu diyebilirim.

Eski bir röportajında hüzünlü karakterler çizdiğinden bahsetmişsin. İlk çizimler “The Tiplers”dı sanırım bahsettiğin. Hepimizin içinde bir miktar hüzün var diye mi? Senin hayatında hüzün nerede?

Evet, bir parça hüzün daima var içimizde, tam olarak böyle hissediyorum. Ve işte yetişkinliğin bize bunu saklamamız gerektiğini öğrettiğini düşünüyorum. Aslında farklı birçok duyguyu saklamamız gerektiğini öğrettiği gibi. Çocuklar kadar sansürsüz yaşayamıyoruz maalesef. Kıskançlığımızı, öfkemizi, bazen mutluluğumuzu bile saklamamız gereken anlarla dolu hayatlarımız. Çığlık atmak istiyoruz ama susuyoruz, üzülüyoruz pek belli etmiyoruz. Bu seri benim duygu durumları üzerine başta fazla düşünmeden yola çıktığım ama çalıştıkça içine girip daha da derinleştiğim bir seri oldu. Hüzün ve yalnızlık hâkim genelinde. Gelecekte daha farklı duygulara odaklanırım belki işlerimde.

Ankara, İstanbul, şimdi de Urla… Yer değiştirmek seni ve sanatını nasıl besledi? İnsan doğası gereği göçebe midir?

Ankara; doğup büyüdüğüm, gitmesem de görmesem de düşündüğümde tüm monotonluğuna ve son yıllarda gitgide artan çirkinliğine rağmen evim gibi hissettiğim bir şehir. Üstelik babamı orada bıraktım, kalbimin yarısı orada atıyor. İstanbul; hayallerimi gerçekleştirdiğim, kaotik, kalabalık, kaba, mutsuz, aceleci ve benim için çok ürkütücü bir şehir ama yine de seviyorum kendisini tuhaf bir şekilde. Urla ise emeklilik hayallerimi genç yaşımda bana veren, sakin, sessiz, bazen sinir bozacak derecede yavaş yaşadığını düşündüğüm, mutluluk dolu, gülümseyen bir toplumun olduğu çarpık kentleşen güzel İzmir’in güzeller güzeli beldelerinden sadece bir tanesi. Bu üç şehir bana güzel deneyimler kattı ama keşke daha çok yerde yerleşik düzen kurabilsem diye geçiyor içimden. Sadece Türkiye değil, dünyada yaşamayı deneyimlemeyi istediğim başka ülkeler ve şehirler var. Bulunduğun ortamın kültürü, insanları, sohbetleri, havası ve daha bir sürü şeyi insanın hayallerini ve düşüncelerini şekillendiriyor elbette. Sokaklar ilham dolu oluyor, gezdikçe gördükçe besleniyorsun bir sanatçı olarak. İnsan doğası gereği göçebe midir bilmiyorum ama her ne kadar sınırlar olsa da yaşamak için koca bir dünyaya sahip aslında. Keşke sınırlar olmaksızın yaşayabilsek. Bunu gerçekten çok isterdim.

“Yağmuru Seven Adam” isimli bir çocuk kitabı çıkardın. Kitap fikrinin ilk tohumu ne zamana dayanıyor ve neden bu öykü?

Yağmuru Seven Adam baştan sona tüm hikâyesiyle bir gün aklımda canlandı. Aslında bir çocuk kitabı olmasına rağmen biraz da değil bence. Sanırım 2016 Nisan-Mayıs civarlarında ilk taslağını çıkarmıştım karakterin. Hikâyenin kurgusunu yapıp, biraz üstüne çalışıp, daha sonra tekrar üzerinde çalışmak üzere bir kenara koymuştum. 2018’de tekrar ortaya çıkarıp içime sinmeyen görselleri düzelttim. Çok daha sevdiğim sahneler yarattım ve çok daha konsantre bir şekilde çalıştım üzerine. Bu hikâye, yalnız yaşayan bir adamın, doğa ve şehirle -tabii bir de kendisiyle- olan iletişimini anlatıyor. O dönem İstanbul’da yeşile çok özlem duyuyordum ve şehir hayatından çok bunalmıştım. Kendime düşündükçe mutlu olduğum, gözümün önüne geldikçe içimi açan böyle bir kaçış hikâyesi yarattığımı düşünüyorum şimdi dönüp baktığımda.

Uzay isimli bir oğlun var. Seviyor mu kitabı?

Uzay şu an 1.5 yaşında, genel olarak büyük bir kitap sevgisi var. Yağmuru Seven Adam baskıdan geldiğinde Uzay aşağı yukarı 6 aylıktı. Büyük bir ilgiyle kitabı baştan sona inceliyordu o dönem. Uzun bir süredir beraber bakmadık Yağmuru Seven Adam’a. Şu an ne tepki vereceğini ben de bilmiyorum. Ama gerçek hayatta o da benim gibi bir yağmur sever.

Başka kitap projen var mı?

Seneler öncesinden kalan 4-5 tane hikâyem var çok sevdiğim. Zaman içinde onları da resimlemek istiyorum.

Peki Türkiye’deki çocuk kitap yayıncılığı hakkında ne düşünüyorsun? Özellikle ihtiyaç duyulan konular var mı sence?

Kötü bir örnekle başlayacağım maalesef. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığının ve yandaş yayınevlerinin yayınladığı, tamamen küçücük çocukların genç ve taptaze beyinlerini manipüle etmeye yönelik hazırlanan içerikleri çok tehlikeli buluyorum. Elimde olsa tüm bu ayrıştıran, ötekileştiren, nefret aşılayan yayınları ortadan kaldırırdım. Bu karanlık tarafın rezilliklerine rağmen, Türkiye’de özellikle son yıllarda nitelikli çocuk kitaplarının yayınlanmasına bu kadar ağırlık verilmesine de ayrıca çok seviniyorum. Artık birçok alternatif, yeni yayınevi var. Şimdi içeriği ve görselleri bakımından oldukça doyurucu birçok kitap Türkçeye çevriliyor, birçok eski ve yeni yazar-çizer kitapları yayınlanıyor. Görsel ve düşünsel olarak çocukları başka diyarlara götürecek çok fazla kitap var. Ve çocuk kitabı resimleyen şahane çizerlerimiz var. Ne mutlu!

Geçenlerde çocuk kitabı çizeri olan ve illüstrasyonlarını çok beğendiğim Merve Atılgan’ın bir YouTube söyleşisinde, Türkiye’de cesur çizimlere yayınevlerinin çok da açık olmadığından dem vurmasına denk geldim. Çok haklı buluyorum bu serzenişi. Çocuklar için olan her şeyin aşırı parlak renkli olması ya da mesela kitaptaki karakterlerin daima gülümsüyor olması, mutluluk mesajı vermesi, standart güzellik tanımına uygun resmedilmesi gerekmediğini düşünüyorum ben de. Çirkin olan güzel olabilir, soluk bir renk sevilebilir, negatif çağrışım yapan bir duygu da en az pozitif bir duygu kadar gerçektir ve bizimdir.

Ek olarak, gün geçtikçe artan çocuk tacizi ve istismarına çocukların gözünde farkındalık yaratması için daha çok bu içerikte kitaplar yazılmalı-çizilmeli ve SANSÜRSÜZ olarak yayınevleri tarafından yayımlanmalı diye düşünüyorum. Tüm çocuklar bu kitapları okuyabilmeli, bu kitaplara ulaşabilmeli.

Müzisyen kimliğin de var. Yazarlık, müzisyenlik, illüstratörlük… Senin için en temel hâliyle yaratmak nedir?

Müzisyen kimliğim şu an oğluma ukulele ile üç tane akor kullanarak çocuk şarkıları çalmaktan ibaret. Kendimi yazar olarak tanımlayamam. Yağmuru Seven Adam’ın bir hikayesi var evet ama içinde hiç metin geçmediği için görsel bir kitap diyebiliriz, sessiz kitap olarak geçiyor literatürde. Kendimi görsel olarak ifade ederken çok büyük bir haz alıyorum. Bu fotoğraf çekerken de böyleydi. Ama en başta da dediğim gibi illüstrasyon ve resim yapmak kendimi en özgür ve en mutlu hissettiğim, kendimi en iyi ifade ettiğimi düşündüğüm alan oldu benim için. Bir hikâye oluşturmak, hikâyenin karakterlerini gözümde canlandırmak, onları renklendirmek ve sonunda ayrı ayrı hepsine bir kişilik kazandırmak gibi görüyorum yaptığım işi. Her zaman da şunu söylüyorum: Karakterleri çizerken hemen her zaman aynı yolu izliyorum. Ama çizdiğim her karakter birbirinden tamamen farklı kişiliklere sahip oluyor sonunda. Bence çok heyecan verici!

Son olarak da yaratıcılığında en çok nelerden besleniyorsun?

Doğa ve rüyalarım en büyük ilham kaynağım ama izlediğim, okuduğum, konuştuğum, kısacası üzerimde etki bırakan her şey, herkes ve her olaydan besleniyorum. Bir de müzik olmadan kendimi çok eksik hissediyorum.