Geçenlerde rahmetli babama ait bir hâtıra defteri geçti elime. Hâtıralarını yazdığı yıl 1964, yani babam 19 yaşında bir lise öğrencisi. Bir berber çocuğu babam. Almancaya, Latinceye kısacası Batı dillerine meraklı bir çocuk. Lisedeki öğretmeninin etkisiyle gece gündüz çalışırmış fakat öğrendiklerinin pratiğini yapacağı bir çevrenin içinde değil. Bu dilleri konuşacağı ortamın hayalini kuruyor. Neler yazmış defterine… Yazının başlığı, İdeal. “Şu zavallı kalbim, günün birinde Almanya’ya gidebilmenin hevesi içinde çarpıyor. Bu aciz dileğim bir gün tahakkuk ederse bütün gayem; şeref, haysiyet, namus ve insanlık çerçeveleri dâhilinde çalışmak ve başkalarına iyi bir örnek olacak istikbâl kazanmak…” Amacının Avrupa’da kalmak değil bilgi ve hayat dolu olarak yurda dönüp ülkemizin medeni seviyeye ulaşmasına katkıda bulunmak olduğunu yazıyor. Yaşam şükür ki babamı temiz niyetle defterine yazdığı tüm hedeflerine ulaştırdı. Benim ise bu hatırayı gündeme getirmemim bazı nedenleri var:
Öncelikle o yıllarda eğitimin öğrencilere bir ideal verdiğinin altını çizmek istiyorum. 19 yaşındaki bir genç tüm olanaksızlıklarına rağmen sınırlarını zorluyor, eğitim basamaklarını tırmanıp toplumuna ve insanlığa faydalı olmak için can atıyor. Değerler çerçevesinde yaşamayı hedefliyor. Daha da sevindirici olan o zamanlarda babam gibi sayısız insanın olması. İşte biz şimdilerde bunu kaybettik. İdeal aşılayamıyoruz artık gençlere. Değerlerle iç içe geçmiş bir kariyer hedefine ulaşmak için sınırları zorlama azmini veremiyoruz, rol model olamıyoruz onlara. “21. yüzyılın Yunus’u, Mimar Sinan’ı, Mozart’ı, Einstein’ı olmak istiyorum.” dedirtemiyoruz.
Bir düşünün kimin arkasından gidiyoruz, kimleri dinliyoruz, kimleri seyrediyoruz, kimleri alkışlıyoruz? İnsan, aile, toplum, ülke olarak gündemimiz ne? Nesilden nesile aktardığımız ülkümüz, idealimiz var mı? Heidegger, “Var olmanın varlıksal kalıbı derttir.” der. İnsan olarak da ülke olarak da var olmamızın kalıbı, dertle biçimleniyor. Derdimiz yoksa yok oluyoruz.
“Tüm dünyada geçerliliği olan bir proje geliştiriyorum, eserim dünya sorunlarını ele alıyor.” diyene rastlıyor musunuz? Zaten Sokrates’ten Hezârfen Ahmet Çelebi’ye kadar tarihe iz bırakmış tüm büyük şahsiyetleri, mitolojik kahramanlardan bahseder gibi, yaşamdan kopuk bir biçimde anlatıyoruz. Kullandığımız üslup, dinleyeninde “Ben de yapabilirim, başarabilirim.” duygusu vermiyor; ilgi duyduğu alanda merakını kamçılamadığı gibi üzerinde çalıştığı işe motivasyonunu artırmıyor. “Bu insanlarda bulunan kişilik özellikleri bende de var.” diyerek özdeşim kurma mekanizmasını tetiklemiyor. Aksine yetersizlik, eksiklik duygusu oluşturuyor.
Parlak zekâlarımızın küçük, gündelik hatta anlamsız ve faydasız amaçlarla oyalanışına tanıklık ediyoruz. Atatürk’ün ilk eğitim kongresini 1921 yılında Kurtuluş Savaşı sürerken düzenlediğini unutuyoruz. Vizyoner bir zihin olan Mustafa Kemal’in gençlerimizi savaştan sonra kurulacak yeni bir ülkeye ve dünyaya daha savaş sürerken hazırlama gayreti ne kadar anlamlı. Bizler hâlâ bu sermayeyi tüketiyoruz. Dünyada ses getiren az sayıdaki insanımızın hayat hikâyelerini dinlediğimizde o dönemin hakkını nasıl da teslim ettiklerini görüyoruz.
Atatürk’ün her alanda sergilediği vizyoner tavır, medeniyet kurucu zihniyetin ürünüdür. Yeni bir şey söylemiyorum; yeni sözlere, vizyon tazeleme seanslarına da ihtiyacımız yok. Çocukluğumda babamın bir okul olarak nitelendirdiği sofraları hatırlıyorum; bilim, edebiyat, sanat, müzik konuşulan işret sofralarını. Babamdan 10. Yıl Nutku’ndan bir pasaj okuması istendiğinde heyecan ve coşkuyla, Atasına çok benzediği için övündüğü, sigaradan çatlayan gür sesiyle, “Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık.” diye başlardı. Evet, az zamanda çok ve büyük işler yapılmıştı fakat devamı gelmedi, getiremedik devamını ne yazık ki.
Atatürk’ün mirasını devam ettirmek istiyorsak tarihe yön vermiş, insanlığa hizmet etmiş şahsiyetlerin kişilik özellikleri üzerinde düşünmeliyiz. Büyük insan olarak adlandırılan bu insanların kişilik özellikleri dolayısıyla büyük işler başardıklarını aklımızdan çıkarmamalıyız. Mevlana’dan Balzac’a, Fatih’ten Beethoven’a, Goethe’den Newton’a, Gandi’den Ahi Evran’a kadar tüm dünyada, tarihte ya da günümüzde, farklı alanlarda liderlik gösteren, her bir büyük insanın başarılarının altında üstün kişilik özellikleri yer almaktadır. Azim ve kararlılık, çalışkanlık, cesaret, şefkat, merhamet, hoşgörü, liderlik, iş birliğine yatkınlık gibi özellikler, tarih yazan, uygarlık kuran özelliklerdir. Büyük hedefleri, idealleri olan bu kişilikteki insanlar, saatlerine diğer insanlardan farklı bir bilinçle bakar. Zorluklar karşısında yılmadan, usanmadan gayret gösterirler. İdeallerinin dar kalıplar içinde boğulup gitmesine izin vermedikleri gibi ideallerine ulaşmak için olup biteni yönlendirirler. İşte, onlar için şans; hazırlıklarıyla fırsatların buluştuğu noktada gösterir renkli yüzünü.
Söz konusu kişilik değer ve özelliklerini insanın ilgi ve yetenekleriyle buluşturup zamanın ruhuyla harmanlamak, “başarabilirim duygusu”nu aşılamak, doğru rol modelleri sunmak, eğitimin işidir. Eğitimin hedefi, nesillerde ideallere ulaşmak adına, insanı ya da toplumu çepeçevre saran koşulları aşma isteği oluşturmak ve bu isteği yaşama geçirebilecek iradeyi kazandırmaktır. Bu; bir duygu, bir ruhtur. Aristoteles, “Bir duyguyu kaybeden, bir dünyayı kaybeder.” diyor. Bugün eğitim böyle bir ruhu, samimiyeti kaybetmiştir. Bu kaybedişinin belirtileri de tüm paydaşlarında görülmektedir.
Günlük siyasete, gelip geçici çıkarlarımıza, kişisel hırs ve arzularımıza feda edemeyeceğimiz kadar kıymetli, uygarlık yaratan bu nefesin kaynakları, gerek kişisel gerek ulusal tarihimizde gerekse insanlık tarihinde yer alıyor. Şimdi kaybettiğimizi tekrar bulma zamanı. Yeni bir çağa girdiğimiz şu günlerde zamanın ruhuyla kadim değerlerimizi aşılayıp insanlık ailesindeki yerimizi almak en büyük idealimiz olmalı.
Üç çocuk babası, uslanmaz bir eğitim gönüllüsü, moda deyişle mentor, insana dair her şeye tutkun, öğrenmeye ve öğrendiklerini paylaşmaya takıntılı, bilime ve felsefeye âşık, kitapsız ve kahvesiz asla olmaz diyenlerden, yemeği içmeyi seven, yaşamı boyunca “sizinle tanıştıktan sonra…” diye başlayan cümlelerin muhatabı, kısacası yaşam ustasının daimi çırağı…
Azimli olmak için azimle düşünmek lazım. Oysa biz düşünmeye de üşeniyoruz.