“Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.

HAYIR demezseniz!…”

1947 yılının sonbaharı. Basel’de küçük bir hastane odasında kanlı savaşın kurbanlarından biri yatıyor. Adı Wolfgang Bochert.. Henüz yirmi altı yaşında.. Ölmek üzere, oysa ölmek için hiç de adil bir yaş değil yirmi altı. Çırpınan ellerinde kalem, kağıt, savaşın ruhunda bıraktığı derin izleri telaşla sözcüklere dökmeye uğraşıyor. İstiyor ki ondan sonra insanlar onuruyla yaşasın, yeryüzünün yüzü bir daha yerlere eğilmesin. Savaşmaya zorlanmış, bedenleri ve ruhları yaralanmış, yaşamları çalınmış bir kuşağın çığlığını duyurmaya çalışıyor. “Sonra Yapılacak Tek Şey Var” diyor, savaşa hayır de.. Ne olursa olsun, “Hayır de!…”

Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine

çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:

HAYIR de!…

Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin

nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse, 

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!…

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!…

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,

yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!…

Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!…

bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden

yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:

HAYIR deyin!… Analar, HAYIR deyin!…

2.Dünya Savaşı… İnsanlık tarihinin gördüğü en yıkıcı savaş. Hitlerin milyonlarca insanı felakete sürüklediği o acı hikâye. Vaktinden önce solmuş yaşamlar, parçalanmış hayatlar, yanmış yıkılmış şehirler.. Koca bir enkaz…

Ve o enkazdan çıkan edebiyat “Yıkıntı Edebiyatı” Yaşamın zorlu, hayâl kurmanın imkânsız olduğu o karanlık günlerde şairlerin ve yazarların, abartısız, süssüz, gerçekleri olduğu gibi yansıtan dilleriyle biçimlendi Yıkıntı Edebiyatı. Savaşı, savaşın insanlarda yarattığı tahribatı, sonrasında yaşanan travmaları, politik konulara değinmeden anlattı. Artık savaş olmasın, tanıklık edilen acılar bir daha yaşanmasın diye.. Wolfgang Borchert ise bu edebiyatın en önemli temsilcilerinden biriydi.

1921 yılında Hamburg’un küçük bir mahallesinde doğdu Wolfgang Borchert. Babası öğretmen, annesi yazardı. Erken başladı yazmaya, yetenekliydi.. Daha on beş yaşındayken yazdığı şiirler yerel gazetede yayımlandı. On yedi yaşındaysa oyun denemeleri yazmaya başladı. Kitapları ve tiyatroyu çok seviyordu Borchert. Zamanının tümünü onlarla geçirebilmek için kitapçıda çalışıyor, aynı zamanda oyunculuk dersleri alarak küçük bir tiyatroda sahneye çıkıyordu. Mutluydu, ama ne yazık ki bu mutluluk uzun sürmeyecekti. Almanya’da iktidar olan Nazi Partisi dünyayı kasıp kavuracak, o korkunç savaşın tohumlarını atıyordu. Çıkarılan yasalar gereği eğitimini yarım bırakarak Nasyonal Sosyalist Partinin alt örgütü olan Hitler Gençliği grubuna katılmak zorunda kaldı Borchert. Ancak ters giden bir şeyler vardı. Örgütün ilkeleri onun insani ilkeleriyle çelişiyordu. Okullarda verilen ideolojik eğitimine rağmen durmadan Nazileri sorguluyordu..  Ait olmadığı bir toplulukta olduğunu anladığında zor da olsa ayrıldı örgütten. Ancak fazla uzağa gitmesine izin verilmeyecekti. Yaşıtları gibi o da askere alındı. Gestapoyla ilk tanışması da burada oldu. Ailesine yazdığı mektupta “milyonlarca insanı felakete sürükleyen yalan karşısında doğruyu keşfettim” diyor çekinmeden Nazileri eleştiriyordu. Mektup bulunduğunda tutuklandı Borchert. Tutukluluğu uzun sürmedi ama, hapishaneyle son randevusu olmayacaktı bu. İstemeden düştüğü ölümcül bir savaşın içinde gene kesişecekti yolları. Hapisten çıktığında apar topar  Rus Cephesine gönderdiler Borchert’i. Genç yaşında ölümüne sebep olacak hastalıkların pençesine de burada düştü.  Açlığın, soğuğun, hastalık ve ölümün hüküm sürdüğü Rus Cephesinde.. Cephede çatışma sırasında sol elinden yaralandı Borchert, yarası mikrop kaptı ve difteriye yakalandı. Tedavi edilmek üzere Almanya’ya geri gönderildi.  Ancak, komutanları yaranın çatışmada olduğuna inanmadılar. Savaştan kaçmak için kendini kasten yaraladığı söylendi ve tedavi edilmesine izin vermeden hücreye gönderildi. Ünlü Nürnberg Mahkemesine çıkarıldığındaysa savcı vatana ihanetten idamını istedi. Mahkeme sonucunda idam cezası verilmese de vatan hainliğinden altı ay hücre cezası aldı. Borchert’in hasta bedeni o hücrede çürümeye başladı. Karanlık duvarlar arasında geçirdiği bu acı ve yalnızlık dolu günlerin izleriyse daha sonra yazacağı öykülerde yalın bir biçimde görülecekti. “Avludaki sıradan, küçük bir çiçeği, bir hücre mahkumunun gözüyle” anlattığı hüzün kokan “Karahindiba” öyküsünde olduğu gibi.

Az sonra sarı noktanın yanından geçerken elden geldiğince serin kanlı davranmaya çalıştım. Sarı noktanın bir çiçek olduğunu algılamıştım. Sarı bir çiçek, bir karahindibanın küçük sarı çiçeği. Avluda attığımız turların her sona erişinde, ondan zorlukla koparıp alabiliyordum kendimi. Ona sahip olabilmek için günlük ekmek istihkakımı ver deseler verirdim. Bu da az fedakârlık değildi doğrusu. Hücremde canlı yaşayan bir şey bulunsun istiyordum. İçimdeki özlem zamanla öylesine büyüyüp güçlendi ki, avludaki çiçek, o mahçup küçük hindiba çok geçmeden gözümde bir insan, gizli bir sevgili mertebesine yükseldi. Bundan böyle yukarda, dört duvar arasındaki hücremde onsuz yaşayamaz duruma gelmiştim.” (Karahindiba/1947)

Cezası bittiğinde Rus Cephesi’ne geri gönderildi Borchert. Savaş olanca şiddetiyle devam ediyor, askerlerin moralini yüksek tutmak gerekiyordu. Bu nedenle cephede bir tiyatro topluluğu kuruldu. Borchert topluluk için bir oyun yazdı. Ama bu oyun, kalemine pranga vuramayan Borchert’in hücreye geri dönüş bileti olacaktı. Oyunda Hitler’in en yakın arkadaşı ve Propoganda Bakanı Joseph Goobbels’e hakaret ettiği gerekçe gösterilerek tutuklandı ve Almanya’da bir hapishaneye nakledildi.

Hitler’in dünyayı yakıp yıkan akıl dışı savaşının artık sonu gelmişti. Almanya’ya giren müttefikler, diğer mahkumlar gibi Borchert’i de esir alarak başka bir hapishaneye nakletmek istediler. Ancak Borchert artık esaretten yorulmuştu. Nakil sırasında firar etti, yedi yüz kilometre yolu yürüyerek hep özlemini çektiği Hamburg’a döndü. Paramparça olmuş sevgili yurduna.. Hiçbir şey eskisi gibi değildi.. Hamburg gibi o da hastaydı artık. Ağrıları artmış, nefes almakta zorluk çeker hale gelmişti. Ancak yüreğindeki ağrılar bedenindekilerden daha ağır geliyordu Borchert’e. Acılarını sağaltabilmesinin tek yoluysa yazmaktı.. Yazmak ve savaşın toplumlarda, ruhlarda açtığı yaraları, yarattığı yıkımları, insanların sessiz çığlıklarını duyurmak.. Yeniden yazmaya başladı.. Durmadan yazıyor, eserlerinde, savaşın insanın benliğini nasıl yok ettiğini, açlık ve yoksulluğun en kutsal değerleri bile nasıl yok edebileceğini sakin ama sarsıcı tablolarla anlattı. Öykülerinde kendine özgü kurgular yaptı, görsel sahneleri kullandı. Sahneler o kadar gerçekti ki okuyucuyu savaşın içine çekti. Dille deney yaptı Borchert. Çünkü Nazilerin propoganda için kullanarak istismar ettikleri dili kullanmak istemiyordu. Dilde yeni resimler, sözcükler, sözcüklerin arasında yeni ilişkiler kurdu. Ve bu dili tüm yapıtlarında ustalıkla kullandı.

Borchert’in bu çalışmaları hak ettiği ilgiyi ancak yaşamının son aylarında görmeye başladı. Radyoda yayınlanan “Kapıların Dışında” adlı oyunu büyük ses getirdi. Oyun, Rus cephesinden tek bacakla dönen, döndüğünde ailesini, inançlarını, bıraktığı gibi bulamayan Beckmann’ın dramatik hikâyesini anlatıyordu. Beckmann yurduna döndüğünde, uğruna savaştığı her şey bir hiçti. O artık dayanaklarını ve kimliğini kaybetmiş yapayalnız bir insandı. Oyunla, Alman halkını sert bir yüzleşmeyle baş başa bıraktı Borchert.. Herkes dehşet içerisindeydi. Anlatılanlar sarsıcıydı. Öfkelendiler, oyunun yayından kaldırılması için radyo istasyonuna mektuplar yağdırdılar. Çünkü yüzleşmek zorunda kaldıkları şey çok acı vericiydi..

“Bize ihanet ettiler. Korkunç bir ihanete uğradık. Daha biz küçükken savaşıyorlardı. Ve büyüdüğümüzde savaşı anlattılar bize. Coşkuyla. Hep hayrandılar. Sonra, biraz daha büyüdüğümüzde bizler için bir savaş tasarladılar. Ve bizi savaşa gönderdiler. Sevinç içindeydiler. Coşkundular. Ama kimse bize nereye gittiğimizi söylemedi. Kimse bize siz cehenneme gidiyorsunuz demedi. Hayır, hiç kimse! Şimdi bizi gönderenler sanki onlar değil. Hayır, onların hiçbiri değil. Şimdi hepsi de sıcak evlerinde oturuyorlar. Kapılarını da sıkıca kapatmışlar. Bizler de dışarıda kalmışız. Kürsülerinden ve koltuklarından parmakla gösteriyorlar bizi…” (Kapıların Dışında/1947)

Bu oyunla tüm dikkatler Borchert’e çevrildi. Yayınevleri eserlerini yayımlamak için sıraya girdi. Borchert artık herkes tarafından tanınan bir yazardı. Ama ünüyle birlikte bir şey daha büyüdü, hastalığı. Almanya’da koşullar kötüydü, hastalığına tam olarak tanı koyulamıyor, ilaç yokluğundan tedavisi gerçekleştirilemiyordu. Borchert’se iyileşeceğine inanıyordu. Bu düşünceyle İsviçre’ye gitmeye karar verdi. Basel’de küçük bir Katolik hastanesine yattı. Doktorlar artık yapılacak bir şey olmadığını söyleyemediler ona. Sadece son günlerini daha az acıyla atlatabilmesi için çaba gösterebildiler. Borchert anlamıştı sonun yaklaştığını. Gitmeden ruhunda kalan ne varsa dökmek istedi sözcüklere. Öyküler, şiirler, mektuplar yazdı küçük hastane odasında. Ölmeden önce kaleme aldığı son şiir, insanları savaşa karşı hayır demeye çağıran manifestosu “Hayır de!..” oldu.  Küflü hücrelerde, soğuk cephelerde örselenen gencecik bedeni daha fazla direnemedi. Yirmi altı yaşında, yaşamının baharında veda etti dünyaya..Vasiyetnamesiyse “Hayır de!…” oldu…

Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:

Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız

ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları

ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç

soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar

arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,

duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.

Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.

HAYIR demezseniz!…