Geçenlerde hafta sonu bir arkadaşımı aradım, kendisine danışacağım bir konu vardı. Telefonla defalarca aramama rağmen ulaşamamıştım. Ertesi gün geri döndü. Özür dileyerek kendisine ulaşamamamın nedeni açıkladı; Şabat’a bakıyormuş. Arkadaşım bir Yahudi. Şabat da bir Yahudi geleneği. Yahudi inancına göre Şabat, cuma günü akşamı, aile üyelerinin beraberce yedikleri yemekle başlayıp cumartesi akşamı güneşin batmasıyla sona eriyor. Kutsal addedilen bu gün, birey her türlü mesleki işlerine ara veriyor. Şabat’ta uyulması gereken birçok kural var; çalışılmıyor, araba kullanılmıyor, televizyon izlenmiyor, telefon kullanılmıyor, müzik dinlenmiyor… Whatsapp’ın maillerin olmadığı bir gün, sizin anlayacağınız.
Benim de teknolojiye ara verdiğim ve adına dijital detoks dediğim zamanlarım var. Fakat arkadaşımın dile getirdiği daha kapsamlı bir durum. Bu zaman dilimi, insanı özellikle dünya telaşından kurtarıp ruhuna yaklaştırmayı amaçlıyor. Varoluşunun anlamını arayan, ruhu sıkışmış günümüz insanının ne kadar da ihtiyaç duyduğu bir zaman dilimi, dijital ekranlardan en yakın ve sık dokulu olması beklenen sosyal ilişkilere kadar neredeyse tüm ilişkilerin adeta dokunmatik yaşandığı bir dönemde derinleşme fırsatı. Kendimizden kendimize bir yolculuk olan yaşam içinde zaman zaman bu tarz molalar vermek, nefeslenmek, tekrar kendimize ve çevremize bakıp gördüklerimizi sindirmek, daha güçlü ve güvenli adımlar için de gerekli.
İçinde bulunduğumuz hız çağında anı kaçırdığımızı anlatırken Milan Kundera yavaşlığa övgüler düzüyor, Yavaşlık adlı romanında. “Yavaşlığın düzeyi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın düzeyi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. yavaşlıkla anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır,” diyerek hız ve yavaşlığı varoluşun matematiğiyle ilişkilendiriyor.
Kemal Sayar, “Yavaşla” adlı kitabında, hızın uyuşturucu etkisinden söz edip kendimizi bulmak için yaşamın kendi ritmine dönmeye ihtiyacımızı dile getirmişti. Hafta sonu kitabevinde kitabının yeni baskı yaptığını gördüm. Yeni baskıya yazdığı ön sözde fark ettim ki Sayar, yavaşla önerisini bir adım öteye taşımış: “Dur ve seyret.” diyor bu kez.
Durmak. Sürekli yürümenin, koşmanın önerildiği, yürüyüp koşmadığımızda düşmekle korkutulduğumuz modern dönemlerde durmak ne anlama gelir? Sürekli başkalarıyla olup kendisiyle baş başa kalmaktan kaçan ve sonu gelmeyen etkinliklerle kendini oyalamak durumunda kalan, duygu, düşünce ve eylemi farklı yerlerde olan modern insan için bir fırsat, durmak.
Durmak, durabilmek. Gerçekleştirmekte ne kadar zorlanıyoruz, durmayı başarmak hareket halinde olmayı başarmaktan çok daha zor hatta yorucu.
Durmak… Eylemsizlik mi eylemliliğin en son, zirve hali mi, amaçsız eylem mi, amacını ele vermeyen eylem mi? Harekete geçmek için başlangıç durumu, eylemlerimize ara verdiğimiz ya da eylemlerimizi sonlandırdığımız bir durum mu?
Durmak, insanın iç dünyasına yönelen bir eylem, kendimize döndüğümüz bir durum, yapmaktan olmaya döndüğümüz… Durmakla olmak arasındaki ilişki çok güçlü. Durmak, insanlığın, insanlığımızın kaynağı, denizin dibindeki incilere ulaşmanın en güvenilir yolu.
Oruç Aruoba, “Yürüme” adlı eserinde uygar insanı durabilen, durarak varabilen insan olarak tanımlıyor. Aslında durarak varmak, en kestirme yol, değil mi?
Birçok dilde etimolojik olarak durmak ile anlamak ilişkili, durmak anlamanın ilk koşulu. Arapçada “vakafe”, İngilizcede “stand”, Almancada “stehen” durmak anlamına gelirken, sırasıyla “vukuf”, “understand”, “verstehen” anlamak demekmiş.
Şair Gülten Akın “Ah, kimselerin vakti yok/ durup ince şeyleri anlamaya” diyor. Ah ki ah…
Durup dururken durmak da nereden çıktı mı diyorsunuz? Çünkü anlamaya, varmaya, olmaya o kadar muhtacız ki. Şabat’ı, teknolojik detoksu, sessizlik saatlerini, adına ne derseniz deyin, neyi verile kılarsanız kılın, durun.
Sizi anlamak, varmak, olmak için durmaya davet ediyorum. Bu davet, hepimize.
*Kapak fotoğrafı: Meral Kuru
Üç çocuk babası, uslanmaz bir eğitim gönüllüsü, moda deyişle mentor, insana dair her şeye tutkun, öğrenmeye ve öğrendiklerini paylaşmaya takıntılı, bilime ve felsefeye âşık, kitapsız ve kahvesiz asla olmaz diyenlerden, yemeği içmeyi seven, yaşamı boyunca “sizinle tanıştıktan sonra…” diye başlayan cümlelerin muhatabı, kısacası yaşam ustasının daimi çırağı…