Hayata farklı bir açıdan bakan, bizim de hayatı, gündelik olayları kendi fenerlerinin ışığıyla görmemizi sağlayan sanatçıların bu yaşam işinde kendi özgür yollarına ihtiyaçları vardır. Özgürlük bir sorun olarak üzerlerine geldiğinde beyin, kalp dev çözümsüzlüklerle kuşatılır ve “sanat” bir acı kaynağına dönüşür. Aslında bir özgürlük sorunu olduğunda sanattan bahsedebilir miyiz “Dovlatov” filminde olduğu gibi? Sanatçının ürünleri sanat olarak adlandırılabilir mi sanatçı yaşam yorumlarında özgür değilse?
Rus yönetmen Aleksei German’ın 2018 yapımı “Dovlatov” filmi ünlü Rus yazar Sergei Dovlatov’u anlatıyor. Yazarın Leningrad, şimdi St. Petersburg’daki altı gününe şahitlik ediyoruz filmde, 1 Kasım 1971’le 6 Kasım 1971 arasındaki altı gününe. Film ilk defa 2018 Berlin Film Festivali’nde gösterime girdi. Kostüm ve prodüksiyon tasarımında “Üstün Sanatsal Katkı için Gümüş Ayı Ödülü”nü kazandı. Sergei Dovlatov rolünde Milan Maric, önemli bir sanatçı arkadaşı olan David rolünde de Danila Kozlovsky karşımızda. Baskı atmosferinde hayatta kalmak için mücadele ederken ruhlarındaki işkenceyi görüyoruz, hissediyoruz ve duyuyoruz film boyunca. Dovlatov’un yazdıklarını kimse kabul etmiyor, hiçbir yerde bastıramıyor onları. David de akademiden atılıyor, modern tarzda, otoritenin reddettiği, alay ettiği tarzda resimler yapmaktadır çünkü. Bir sanat eseri ancak otorite onu bir sanat eseri olarak kabul ederse sanat eseridir. Ismarlama sanat, “pozitif, olumlu şeyler yaz.” Her şey mükemmel, kim olumsuz şeyler yazmayı düşünebilir ya da bu mükemmel dünyadaki bir şeyi eleştirmeye cüret edebilir? “Edebiyat olumlu veya olumsuz olmaz. Edebiyat ya vardır ya da yoktur.” Dovlatov’un cevabı yazdıklarını olumsuz bulanlara, sanat anlayışının da özü, özeti. Milan Kundera’nın “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” romanındaki Sabrina’yı hatırlıyoruz, akademinin “gerçekçi” resimler yapmaları için baskısından nasıl nefret ettiğini.
İşçilerin bir gemi inşa etmelerini ve bayrama yetiştirmek için bitirmeye uğraşmalarını izliyoruz. Bir de film çekerler, yaşlı ya da yaşlı görünen kadın işçinin heyecanı, her şeyin baştakilerin hoşuna gidecek şekilde söylenmesi, insanların görüşlerini söylerken tedirginliklerini de fark ettiğimiz bir edayla ne kadar mutlu, gururlu olduklarını sürekli, sürekli ifade etmeleri. Kundera’nın “Yaşam Başka Yerde” kitabında, bir kızın sevgilisini fabrikada yeterince üretim yapmadığı için terk etmesini anlatan şiir aklımıza gelir. Sonsuz sanatsal toplantılar, hep sorulan aynı sorular, cevabının ne olacağı bilinen aynı sorular. Hepsi unutulmuş, hiçbiri bugünlere kalmamış şairler, yazarlar. Yaşam başka yerdeymiş gibi geliyor onlara da hep. “Paris’i hiç göremeyeceğim,” diyor yaşlı bir sanatçı arkadaşları. Oradan gitmeleri gerektiğini söyleyip duruyorlar, gittikleri yerde mutlu olabilecekler mi, onu da bilmiyorlar. Hemingway, Steinbeck ve Nabokov sohbetleri ediyorlar. Müthiş şair, Nobel ödüllü Borodsky şiirlerini okur, tatlı Rusça ezgilerdir adeta. KGB’nin kendisini tehdit edip durduğunu söyler. Arsız, aykırı bu insanlar bir araya gelirler, hasretlerini hüzünlerini birlikte yaşarlar, gülerek, eğlenerek, acı çekerek, ölerek.
Karlar içinde Leningrad, şimdi St. Petersburg, Petro’nun bataklıklar üzerinde, ne canlar pahasına inşa ettirdiği, Avrupa şehirleriyle görkemde boy ölçüşen şehir. Sislidir nehir kenarı, Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler” romanı aklımıza düşer, nedensiz. Yaşadıkları evler, her yeri dökülen, en yoksulların paylaştıkları daireler. Küçük, döküntü mutfak, onları bazen bir araya getiren, arada bir saksafon sesinin eşliğinde edilen hüzünlü sohbetler, erkenden vardiyaya gidecek bir kadının azarıyla dağılan toplulukları. Dovlatov kızı için büyük bir Alman bebeği almak ister, ama başaramaz. Boşanmıştır, ama eşini görür ara ara. “Yırtık paltoları, tabanları patlak ayakkabıları”, bir türlü uyum sağlayamadıkları, yalandan da uyum sağlayamadıkları, kendilerine dayatılan yaşam. Keskin bir alay yüzünde, gözlerinde sıklıkla, ama bu yaşam, sanat, bir türlü bastıramadığı sanat ruhu, “gerçekleri yansıtmadığı” için basılmayan yazıları, yöneticilerin değil, doğru olan, yaşanan, elle tutulan gerçekleri anlattığı için basılmayan yazıları. Neyse ki annesi her zaman onunla, hep destek olan bir arkadaş.
Caz müziğinin eşlik ettiği, sıcak tonlarla katı gerçekliği yumuşatan sahneler. Van Gogh vurgusu, öldükten sonra anlaşılan müthiş ressam, Dovlatov’un durumunu da hissettirir bize arada. Fazla yaşamayacaklarmış gibi gelir onlara, hep bir tedirginlik, hep bir endişe. Herkes ona para için onların istediği gibi davranmasını, yazmasını söyler, bir türlü yapmaz, yapamaz, elinden gelmez. Sanat, eğer adına sanat denecekse kalbin kaynağından aracısız gelmelidir, hiçbir otoritenin etkisi olmadan. Sanat, ya ruhun dilini konuşur ya da hiç konuşmaz. Sanat konuşmadığı zaman, yaşam da susar, içtiğimiz coşkun, bayıltıcı nehirler zehirli bataklıklara dönüşür, ayaklarımızın dibinde belirir uçurumlar, nefessiz körlerin iniltisi duyulur her yanda, can çekişen balıklara döner kimisi de geçip gider gökyüzü ölü gözlerin solgunluğunda.
Not: İngilizce yazılarımı blogumdan https://artidelight.com/ takip edebilirsiniz.
1972 yılında İstanbul’da doğdum. Liseden sonra İngilizcemi geliştirme amacıyla bir yıllığına İngiltere’ye gittim. Döndükten sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. Mezun olduktan sonra yurt dışı ve yurt içinde özel sektörde çalıştım. Küçüklüğümden itibaren amatör olarak şiir, deneme, öykü ve roman çalışmalarım oldu. Evli ve iki çocuk annesiyim. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, film izlemeyi, tiyatro, opera ve baleye gitmeyi, müze ve sanat galerilerini ziyaret etmeyi severim.