Dil, sosyal iletişim ağı içinde sadece bir iletişim aracı değil, bunun çok ötesinde bir olgu. Dilin ne olduğu ve kaynağı konusunda antropologlardan filologlara kadar birçok bilim adamının görüşlerini bir kenara bırakarak etkili kullanımdaki gücü üzerinde duralım, Heidegger’in “Dilin temellendirilmesine gerek yoktur, çünkü temellendiren odur,” sözünden destek alarak.

Dil üzerine kafa yoranlar, dilin insanlar arası iletişimi sağlayan, söz ve anlam düzeneğinden çok başka şeyler ifade ettiğini, dilin basit bir nesne olmayıp özne olduğunu, anlamı inşa edici konumunu dile getiriyorlar. Nişanyan “Eğer dille çok ilgilenirsen sonunda bunun insanlar tarafından değil de Tanrı tarafından yaratıldığını düşünürsün, öylesine mükemmeldir dillerin yapısı. Birbirinden farklı dillerde bile hep aynı matematik tutarlılıkla karşılaşırsın,” diyor.

Bunları bana düşündürense sosyal yaşam içinde dilin kullanımının yıkıcı ve yapıcı etkilerini gün içinde sürekli gözlemliyor oluşum. Öğretmeninin “Sen yapamazsın, olmamış.” sözleriyle, anne babasının sürekli eleştiren olumsuz diliyle, arkadaşlarının kınayıcı, dışlayıcı laflarıyla “gönülleri kırılan” öğrencilerle, “Küçücük bir teşekkürü bana çok görüyor,” diyen kadınlarla, “Bir kere olsun, bana değer verdiğini düşündüren bir laf etmedi,” diyen erkeklerle, “Ne yapsam yaranamıyorum, önemimi ifade eden bir söz duymadım ki,” diyen çalışanla, o kadar sık karşılaşıyorum ki…. Karı koca, anne baba çocuk, öğretmen öğrenci,  müdür memur, işveren işçi, her seviyede ve her yaşta, sözün değeri büyük. “Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı. Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz.” diyen Yunus, ne haklıymış.

Ferdinand de Saussure, “Dil, gerçekleri aktarmaz, bir anlamda yaratır,”  diyor. Bunun anlamını gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda bilen bir kültürel mirastan geliyoruz. Tüm kadîm uygarlıklar gibi bizim uygarlığımız da dille gönül arasındaki ilişkinin farkında. Divan edebiyatında dil ile gönül aynı anlamda kullanılıyor, her sözün, her düşüncenin bir şekilde suret bulacağına yani görünür hale geleceğine inanıyoruz. Eskiler, ağaçtaki bir çocuğa hitap ederken “düşersin” yerine “düşmeyesin” demeyi tercih ederken, “kapıyı kapat” değil de “kapıyı ört” biçiminde seslenme duyarlılığını gösterirken bugün tam da tersini gösteren bir iletişim dünyasının içinde yaşıyoruz. “Bir toplumu çökertmek istiyorsanız ilk önce işe dilinden başlayın” sözünü haklı çıkarır bir tutum içindeyiz.

Dil demek düşünce demek, dil demek gönül demek, dil demek fiziksel ve ruhsal güzellik demek… Bu topraklarda yaşam sürmüş medeniyetlerden aldığımız miras, medeniyetimizi kuran bilgeler, abide kişilikler, böyle söylüyor. Antik Yunan’da “logos”un dil anlamına geldiği, Mevlana’nın “Gönül deniz, kıyı dildir. Denizde ne varsa kıyıya o vurur.” deyişinde özetlediği, Yusuf Has Hacip’in “İnsan sözünü dil dili ile söyler; sözü iyi olursa, yüzü parlar.” beytinde vurguladığı, büyüklerin “Marifet, iltifata tabîdir.” diyerek sözün motivasyondaki rolünü verdiği gibi.

Doğan Cüceloğlu Hocam, sosyal ilişkilerde kullanılan dilin önemini şöyle ifade ediyor: “Hoş, güzel, iyi olan şeyin farkına varmak ve hakkını verip paylaşmak. Bakıyorsun, evleniyorlar, bir süre sonra yavaş yavaş bir durgunluk, bir soğukluk, bir sıradanlık gelişmeye başlıyor ilişkide. Sonra bakıyorsun, bir başka çifte, onlar daha birbirine yaklaşıyor, daha heyecanlı olmaya başlıyorlar. “Nedir aradaki fark?” diye soruyorsun, araştırıyorsun; baktığında, ortaya çıkan “appreciation” yani, ilişkide hoş, güzel, iyi olan şeyin farkına varmak ve hakkını verip paylaşmak. “Ne kadar emek vermişsin, teşekkür ederim.” diyor biri veyahut da, “Sen güldüğün zaman gamzelerin ne kadar güzel görünüyor” diyor, yani ufak tefek şeyler.” Evet, ufak tefek şeyler… Fakat dünya da bu ufak tefek duyarlılık ve farkındalıklarla kuruluyor.

Var mısınız, dilimizi, sözümüzü, düşüncemizi, gönlümüzü temizlemeye. Var mısınız, insana yakışır bir dünyayı dille inşa etmeye?

Dil, gönül tuvalindeki resim. Var mısınız, bu resmin ressamı olarak insanlara eşsiz güzellikleri seyrettirmeye?