Değişim, dünyada değişmeyen tek gerçek. Düşler döngüsünde başkalaşım, hedeflere varmaya çalışırken yolda farklılaşmalar. Deniz aynı deniz değil bir sonraki seferde, taşlar bir değişim sarmalında. Yoksa aynı mı her şey, değişim ancak bir başka hayal mi, gidip gidip aynı yere mi varıyor yollar ve insana kalan buruk bir tat mı? Hayallerimizin altın postu bir serap mı, vahayı görsek de serap mı zannediyoruz yoksa avuçlarımızda tuttuğumuz bize mi uzak geliyor, biz mi uzağız anlamları içselleştirmekten?

Latin Amerika edebiyatı, hüzünler, acılarla yoğrulmuş, anlatım düzeyi çok yüksek, insanlığın kadim sorunsallarını adeta uzman bir titizlikle önümüze seren başyapıtlarla dolu. “Deri Değiştirmek”, yine bu başyapıtlardan, Meksikalı yazar Carlos Fuentes’in 1967’de basılan benzersiz romanı. Deneysel romanlarıyla ünlü yazar, post-modern bir anlatım tekniğiyle, adeta kamerasını geçmiş ve bugün arasında dolaştırıp duran bir yönetmen olarak, karakterlerin içinde, yanında bir anlatıcı, karakterlerin iç sesleri, dillendirmedikleri sessiz konuşmalarıyla sayfalarca süren paragrafları soluk soluğa bize takip ettiriyor. 1928 yılında Panama’da doğan yazar, bir eleştirmen ve diplomattı aynı zamanda. 1987 yılında İspanyol dilindeki en prestijli ödül olan Cervantes ödülünü kazandı. Hayatı boyunca uzun seyahatlere çıktı, orta sınıf değerlerini reddetti, bir Marksist olarak yaşadı 2012’de Meksika’da hayatını kaybedinceye kadar. “Deri Değiştirmek” romanında, devrimin coşkusu ve sonrasında yaşanan hayal kırıklıkları, karakterlerin özel yaşamlarındaki geçmiş coşkular ve hayal kırıklıklarıyla iç içe. Uluslararası değişimler, Meksika ve Meksikalıya, içerden ve dışarıdan bakışlar. Anlatıcı çok aktif bir role sahip, karakterlerle birlikte her an, onlarla konuşup öykülerini anlattırıyor. Romanın yazıldığı dönem, yeni bir devrim ateşinin dünyayı sardığı bir dönem, 1968 öğrenci olayları çok yakında, Rock fırtınasında özgürlük arayışında gençler, kendi varlıklarının bilincinde, yepyeni güzellikler peşinde. “Roma” filminin zamanıyla aynı hemen hemen, o siyah-beyaz destan gözümüzün önünde, Cleo, başroldeki dadı, bir Meksika yerlisi, Azteklerle birlikte onu da anımsıyoruz, Aztekler’den daha eski bir halktan, Mixtekler’den. İşgalcilerin ancak hizmetçisi olabilen kadim topluluklar.

Denize giden dört kişi, bir aşk dörtgeni, Veracruz’a doğru. Deniz, ulaşmak isteyip de varamadıkları bir hayal sanki ya da çok gerilerde kalmış, Javier’in bazen inkâr ettiği Rodos’taki günler, Ege’nin engin mavilikleri, maviliği içine çekmiş çakıl taşları Elizabeth’in. Yazılarını yazan Javier, basılmayan yazılar, hep onu bekleyen, çevresinde dolanıp duran Elizabeth, “Ligeia”. Amerikalı, bir Yahudi Elizabeth. Meksikalı bir şair, devrimci Javier, bir profesör. İlk şiir kitabıyla fırtınalar estiren, kazandığı bursla Amerika’da okuyan, yakışıklı, Elizabeth’in üniversitede her şeyi bırakıp peşinden gittiği yazar. Isabel, yeni nesil bir Meksikalı, Javier’in öğrencisi, gizli sevgilisi. Çok güçlü olduğunu, kendisine hiçbir şey olmayacağını, her şeyi atlatabileceğini, sadece haz peşinde koştuğunu vurguluyor. Hız, onun olmazsa olmazı, arabayı çılgınca sürüyor, her şeyi hemen geride bırakmak istiyor, gözyaşları aksa da ruhundan. Sevgilisi Franz, arabayı kullanan aslında, bir Alman, ölü yakma fırını inşa eden bir mimar, Nazilerle birlikte. Arkadaşı kabul etmemişti, yok oldu sonra, Franz kaldı. Yitik arkadaşı ve sevdiği derinlerde birer yara gibi. Kendi yaşam yolculukları bu, geçmiş, bugün ve gelecek, sıcak ve toz, Cholula, o kadim, kutsal Aztek kenti, altın koltuklu imparatorun şehri. “Cholula, dört yüz kulesi, oratoryosu, piramitleri olan anıt- kent.” Onların yaşam yolculuk durağı, sıcak, yüzyıl gibi uzun gecede kendileriyle, birbirleriyle yüzleşme mekânı. Yirmi kurban yerine üç bin kişinin katledilmesi. Meksika köyleri. “Hareketsiz, yoksul, ölümcül.” Aniden öfkelenen ve aniden sevinen insanların ülkesi, Meksika. Bütün Latin Amerika gibi belki de. Mevsimlerin olmadığı ülke, Elizabeth için.

Piramit. Giza piramidinden dört kat daha büyük, dağın içinde, iç içe yedi piramitten oluşan bir tapınak. Üzerine bir kilise inşa edilmiş İspanyollar tarafından. Yılan, “tüylü yılan”, Quetzalcoatl, şimdiki insanları yarattı daha önceki insanların kuru kemiklerinden, kardeşiyle birlikte, kendi kanının yardımıyla. Göklere de gidebilen, yerde insanlarla da olabilen çift yönlü tanrı. Piramidin çevresinde dolanıyor. “Yılana bin, Yılana bin, Göle doğru, antik göl bebeğim, Yılan, uzun, yedi mil, Yılana bin, Yaşlı ve derisi soğuk,” diye söylüyor “The End”i The Doors, gecenin içimize işleyen ürpertisiyle.

“Bu kabartma tek bir yılan, başı sonu olmayan bir yılanlar çemberi, birçok başı, birçok dişli gırtlakları olan, kaçan bir tüylü yılandır… Ellerin, eskil taşı, yüzyıllar boyu ayakta kalmış ve senin, Meksika’nın gizli özünü, yoksulluğumuzun ve gösterişimizin, onurumuzun ve acınası durumumuzun, acımasızlığımızın, sıradanlığımızın ardına saklanmış olan o bozulmamış varlığın tohumunu içerdiğine inanabildiğin katılaştırılmış ışık ve gölgeyi okşadılar.” Anlatıcı, Elizabeth’in,”Canavar”ın yanındadır.

“Senin en iyi zamanların, uyumak ya da uyanmak gibi, her şeyin kendiliğinden ve doğal olduğu zamanlardı,” der anlatıcı. Eizabeth’in onu tükettiğinden yakınıp durur Javier, yaşayabileceği en büyük zevkleri yaşadıktan sonra, yazamamıştır, yazsa da olmamıştır. Altın postu aradığını söyler Javier, yirmi yıl önceki düşleri yaşamamalıdırlar, Iason gibi,  yıllar sonra Medea’nın onu yorduğunu söyleyen Iason, Altın postun kendisinin önemsizliğini kavramıştı, Medea mıydı aradığı, güçlü bir kadın, kendi ayakları üzerinde durabilen, tutkulu bir kadın,  aşk ve tutku için her şeyi geride bırakmış, ama zor bir kadın, birlikte olduğuna değecek bir kadın. Aradığını bulduğunda anlar mı insan her zaman? Devrim düşleri mi altın post?

“Düşümüz, hiçbir zaman yazamadığım o düş, o günlerin ruhundan doğdu, o günlerin bir parçasıydı ve o günlerle ölmek zorundaydı. O dünyayı kurmanın tek yolu… Her şeyi sınamak. Gerçekliği istem ve amacımıza boyun eğmeye zorlamak…”

“Böylece bir devrim yerine iki devrim olması gerekiyordu. Biri dünyada, biri içimizde.”

Demlenip güzelleşmek yerine acıyıp neredeyse zehre dönüşen bir ilişki. Fiziksek değişimle birlikte ruhsal değişimler. Hayal kırıklıklarının kanattığı yaşamlar. Elizabeth sinemaya tutkundur, ne çok film izlerdi her zaman, film şeridi gibi dönüp duran öyküleri yaşamlarının, geçmiş yaralar kanar durur. Julia Kristeva’nın eşit konumda, birbirini beslemeye, birlikte yaşlanıp değişirken duyulan güzellikleri artırma ilkesine dayalı aşkından çok uzak. “Her türlü gericiliğe karşı bir sosyal eleştiri ve özgürlüğe düzülen şiirsel bir güzelleme olarak evlilik?” diyor Philippe Sollers, eşi, “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik” kitabında.  

“Yaz sıcağında yılanlar kovuklarını bırakırlar. Eski derileri artık işe yaramaz, yalnızlıklarını bırakıp güneşe çıkarlar, kardeşlerine katılarak karmakarışık bir yığın oluştururlar. Cennetin çiğnenmiş bahçelerinde kıvranırlar, dikenli toprağın üstünde derileri yol yol soyunup çıkıncaya değin sürtünürler, sonunda yumurta gözlü çıplak iskeletlere dönüşürler.”

“Kırmızı ölüm rengi,” der Javier, tavan freskindeki üç renge boyanmış çekirgeleri gösterip. ” Çekirge hem yaşam getirir, hem de ölüm.” İç içedir bu ikisi, her an insanlar ve doğa onlarladır. Aslı Erdoğan’ın “Kırmızı Pelerinli Kent” kitabı kuşatır bizi, Brezilya, Rio de Janeiro, “İnsan acısından lif lif dokunmuş kırmızı peleriniyle benliğini sarıp sarmalayan, keskin dişlerini karnaval maskelerinin ardına gizleyen Rio de Janeiro…” Bengi-dönüş, kötülükler, insanın insana çektirdiği acılar, binlerce yıldır tekrar edip duruyor. Ortaçağda veba salgınından sorumlu tutulup öldürülen, yakılan Yahudiler, üzerlerinde deneyler yapılan, gaz odalarında boğulan, fırınlarda yakılanlar. İyilik, barış şarkıları yazan Walt Whitman. Sanatın yararsızlığı orta sınıfın kalesi karşısında, anlatıcının karanlık dünyası.

Kendimiz, hep içimiz. “Bireysel düzeyde, kişisel bir devrim olmadan genel bir devrim olamaz. Önce içte olmalı” diyor Jim Morrison. Whitman da savaşın acımasızlığını, insan denen benzersiz canavarı görmüştü, ama yine meselenin insanda olduğunu, doğanın iyileştirici gücüyle güzel şeyler olabileceğini biliyor, buna inanıyordu. İnsana ait, insana dair bir çaba, sözün, melodinin, rengin deviniminde güzele doğru bir değişim. İnanmak ve kendinle barışık olmak, iç yolculuğunda kendini özgürlükle kucaklayarak. Kendi yalnızlığını iç güzelliğe bir yol olarak görüp yaşamın değişimini olumlamak, “Çimen Yaprakları”na uzanıp ışığın sihirli gücünü hissetmek.   

Not:  İngilizce yazılarımı blogum artidelight.com takip edebilirsiniz.