Doğanın iyileştirici gücünden bahseder ünlü Amerikalı yazar ve şair Ralph Waldo Emerson, yakın arkadaşı Walt Whitman da herkes bizi terk etse bile doğanın bizimle olduğunu söyler. Ne zaman yanına gitsek kucaklar bizi doğa, kuşlar konar Ayten Alpman’ın “Pencereler” şarkısında notalarla dile getirdiği hüzünlü penceremize, hiç çatık kaşlarla bakmaz bize ağaçlar, hep oradadırlar, sarılırlar söz dinlemez gönlümüze, “ansızın içini açan, için için ağlayan, içindeki derin sancı kalan, sabahın tam üçünde dertlerin en gücünde, şimdi beni kurtar” diye sevgili Fikret Kızılok’un “Gönül” şarkısıyla seslendiği gönlümüze. “Ağaçlar, bizim gibi uyurlar uyanırlar, bizim gibi” çünkü, doğayı böyle hissetmek “Öyle Bir Rüya”, ağacın sevilene dönüşmesi, şarkıların, Hüsnü Arkan’ın enfes şarkısındaki gibi. Ağaçlar bilirler ne aydınlıklar saklıdır içimizdeki karanlıklarda, insan yolunu bulduğunu sandığında bile ne kördüğümlerle boğuşur, yollar dümdüz değildir ve hiç istememiştir kişi dümdüz bir yolu, dikenlerin kanattığını bilse de tercih etmiştir melankoliyi sıradan huzura.

Denizin inanılmaz bir huzur kaynağı olduğunu hissediyorum, özellikle İstanbul’un denizinin, hele hele boğazın. Uçurumların kapandığını hissediyor insan, altıncı katın “gel” diyen çağrılarının, Baudelaire’in sözünü ettiği “beynimizde yanan ateş”in serin sulara gömüldüğünü. Buruk bir hüzün, o hiç bitmeyecek, o derin “Boşluk”, hüznümüzden okunan, kitapların yazmadığı, ömür dediğimizi eksik bırakan o boşluk, “insan insanın boşluğudur” çünkü. Çok sevgili Mahmut Çınar’ın yazdığı, çok kıymetli Hüsnü Arkan’ın seslendirdiği “Boşluk” şarkısı hâlimizi anlatır, o en içerimizdeki eksiği, belki adlandıramadığımız, kendimize bile söyleyemediğimiz. Ama o boşluk, ah o boşluk, hançer gibi keskin, acımasız, soluk aldırmayan yara. 

Denizle konuşuyorum ben de, beni yumuşak dalgalı nefesiyle sardığını, saracağını biliyorum. Kokusunu içime çektikçe diriliyorum sanki her nefeste. Saatlerce bakışıyoruz, anlatıyorum gözlerimle, uçsuz bucaksız onun yüreği, ben bir “Kıyısız Deniz”, Ezginin Günlüğü’nün enfes şarkısındaki gibi, martılar sonra, bir tebessüm dudaklarımda. Küçüklüğümden beri yalnız ve suskun olduğum için mi ayın fısıltılarını duyuyorum, denizin dalgalarının içimden geçenleri anladığını hissediyorum? Pencereye yaslanan yağmur damlaları, dokunup okşuyorum onları. Dalgalar benimle aynı dili konuşuyor, insanların çoğunun, belki de kimsenin anlamadığı dilimi. Acı dolu bazen bu dil, melankoliyi ben mi seviyorum, o dalgalar sarıp sarmalıyor sanki beni, başımı döndürüyor kokuları, beni bizden başka kimsenin bilmediği düşler alemine götürüyorlar. Benliğim o kokularla, mırıltılarla dolmuş, ışıklar içinde dolaşıyorum, işte yine martılar, kanatlarına alıyorlar beni, bulutlarla selamlaşıyoruz, kimsenin duymadığı kahkahalar atıyoruz, güneş, nasıl seviyorum seni, yaralı kalbim ancak senin ısıtacağını biliyor kendisini, güneşim, sarı sevdiğim. Martılarla göz gözeyken mavi-yeşil okşuyor kulaklarımı ve bir tekne geçiyor uzaklardan, başımı kaldırıyorum tekrar, güneşin sevgisinden kamaşmış gözlerime sunuyor güzelliğini. Birileri geçiyor yanımdan, korkuyorum o düşler aleminde kaybolmaktan, hep o renk cümbüşünde kalmaktan. Korkmanın yararsız olduğunu öğrenemedi daha kalbim, korkmak, neyi durdurabilir ve belki daha iyidir bizim için korktuğumuz şey. Düzen, düzen diye tutturup dururuz, bırakalım çıksın raydan tramvaylar bazen, “Öyle Bir Rüya” şarkısındaki gibi. “İçimizdeki saraylar” değişim istiyordur belki de bizim gönlümüz hislerini unutup alışkanlık gölünde duymuyordur bu arzuları. Ah, şarkılar, ezgiler, notaların o eşsiz büyüsü, düşler aleminin sınırları onlar, sınırsızlığımın süsleri. Dönerken başım bu düşler sarhoşluğunda, yağmur damlaları konmaz mı bazen gözlerime? Bilirim her istediği olmaz insanın, bilirim, anlatır bana hep dalgalar, İstanbul’umun eşsiz denizinin dalgaları. Kucağına alır beni şehrim, dönüp dolaşıp geldiğim biriciğim, hasretiyle yıllarca gönlümde bir ateş memleketim, cennetim. Ona şarkılar söylemeyi hayal etmiştim aylarca, şimdi söylüyoruz beraber, “Gemiler Gibi”, “Şehir”, “Martı”, Ezginin Günlüğü’nün unutulmaz şarkıları, “Hoş Geldin”, “Öyle Bir Rüya”, sevgili Hüsnü Arkan’dan. Kadıköy’ü dolaşıyorum, “Sevdakeder” Kadıköy, hava çok güzel, sıcacık, güneş kollarını açmış iki yana, ama “Sevdakeder” benim kulaklarımda, ah, keder yine. Neşe anları ister yüreğim hep, ama gizli gizli kederleri mi çeker? “Şşşşt” diyor dalgalar, görüyorlar dalan gözlerimi, gözlerim, yanıyor gözlerim, mavi ne güzel bir renktir, boğaz mavisi, gözlerim açılan düşler alemine bakıyor. Güvercinlerin yanına yürüyorum, korkmuyorlar benden, fotoğraflarını çekiyorum, iyiler böyle, iyiyiz, iyi miyim? Yağmur yağacakmış sonra, güzel bir rüzgar esiyor mavi mavi, martılar çığlık çığlığa, rüzgar mavi. Kumruları çok severim ben, kumru yok burada, güvercinler ve martılar, martılar başkadır ama, hele “Martı” şarkısından sonra aşığı oldum martıların, kanatlarının altında onların açılır düşler alemim. Sonbahar, sen ne büyüler yaparsın İstanbul’da, So Duo’nun “Sonbahar” ezgisi çok yakışır sana. The Doors’un “Indian Summer”ı da sana mı yazılmıştır, “Pastırma Yazı”, uzundur, aşktır adeta İstanbul’da. Kış uzakta daha, kış da güzeldir ama, ah, erişilmez baharlar güzelliğine İstanbul’un. 

Sözcükler, sözcükler, dağ olmuş içimde, ah bu çaresiz yalnızlığım benim, pınar gibi çağıl çağıl sonra, düşler alemimi anlasa da, ah, tehlikeler, tehlikeler, bitmez korkular. Korksan da olacak korkmasan da yaşayacak başka bir yerim mi var, kitabım, dalgalarım, ezgilerime sarılırım. “Tutuşsun gün, yansın geceler”, “Hoş Geldin” derken Hüsnü Arkan, korkularla tutuşmaz ki hiç günler, yanmaz ki geceler. Erkeni yoktur sevdanın, zaman geçer gider “Gemiler Gibi”, ateş, söner gider. Ağaçlar bilir bunu, sarıldığımda gövdelerine, çocukluğumdan beri, söyleyip dururlar. Denizim, canım, var mı faydası bilmenin, ama sen varsın, sen, kucaklıyorsun beni, biliyorum, hasretim. Gökyüzü tepeden tırnağa ürperten beni o sonsuz nefesiyle, sevgi bulutlarını salar üstüme, korur beni, korur, dalgalarıyla, ak gemileriyle, tadımı verir bana, hüzünlerimi alır, basar bağrına. Hüzünlerim, yaşlanıyorum ama bitmez o hüzünler, bitmez boşluğum, bir ben bilirim o derinliği, bir de denizim, “Kıyısız bir denizim,” gecelerim, gecelerim. “Hiç kuşkusuz, düş gerçeğin ta kendisidir,” der Ferit Edgü şiir büyüsündeki kitabı “Hakkari’de Bir Mevsim”de. “Düş görmek, düşlemek, bir güce sahip olmak demektir. Elindeki bu güçle çok şeyi değiştirebilir insan. Gizli kalmış nice şeyi bu güçle bulup ortaya koyabilir. Dilediği her şeyi denetimi altında tutabilir…” diye devam eder Carlos Castenada’dan yaptığı alıntıda. Bilinmez acı insan derinlikleriyle doludur kitap, kitaptan uyarlanan başrolünde Genco Erkal’ın oynadığı unutulmaz yüreğin derinliklerine işleyen film de düş perdesine yansıtır o büyülü sözcükleri, cümleleri, adeta elle tutulabilen düşünceler olurlar gözlerimizin önünde. Acı, o insani, derin duygu, keder ve bitmez hüzün buğularıyla çevriliriz, ağlamak dahi değildir mümkün, kendi öykümüzdür, binlerce yıldır yaşanan, yaşadığımız, belki yadsıdığımız gerçekliğimiz. O dağlar kuşatır yüreğimizi, aşılmaz, aşılamaz yollar, başka türlü aşılması gereken yollar ve “Yol” filmi düşer aklımıza, ne engebelerle çevirmiştir insan kendisini ve en sevilen gelenek tanrısıdır, en kurtulunamayan. “Biliyor musun, her şey on bin yıl önce Çin’de geçmiş olduğu gibi oluyor,” diyor Marguerita Duras “Kuzey Çinli Sevgili” kitabında hiçbir zaman sonuna kadar birlikte olamayacağını bildiği Çinli sevgilisinin ağzından. Kimin kimle evleneceği, nasıl yaşayacağı, çocuklar, hepsi bellidir, kimse değiştiremez, gelenek tanrısı hep mutlu edilmelidir. Yıllar yıllar sonra telefonla konuştuklarında o geçen zaman, unutulmamış, unutulmayacağını, asla unutulmayacağını taa o zamandan bildikleri duygular, neden böyle olmuştur? Yeni yollar bulmak gerekir, acılı, dikenli, ayaklardan kan akıtarak gidilen yollar ve yoldur belki de önemli olan, Jack Kerouac’in “Yolda” kitabındaki gibi. “Yolcu, bir gün yolunu yitirirsen, artık eski yolunu bulmaya çalışma, yeni bir yol ara kendine” der Edgü. “Hiç kuşkusuz bir kez birinin bozması gerek töreyi”, yeni yollar bulmak, evet. 

Yağmurda yürümek İstanbul’da, sırılsıklam olmak istedim İstanbul’umun yağmurunda, yağmur altındaki ürpermeyi hissetmek. Kafasından hiç çıkaramadığı bir düşünce olunca insanda, uzun uzun baktığı kara mavi deniz gözünün önünden gitmeyince sırılsıklam olup dökemediği gözyaşlarına bulanmasını istiyor sanki bütün varlığının. Otobüse bindim, kimse yoktu, pencereden dışarısını seyrettim, sanki yıllar öncesine geri dönmüştüm, üniversiteden eve gidiyordum. Sokaklar yine su birikintileriyle doluydu, gülümsedim, ayaklarım ıslanıyordu yavaş yavaş. Sevgili Füruğ Ferruhzad’ın usta yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin müthiş filmiyle aynı adı taşıyan, iliklerimde hissettiğim şiiri geldi aklıma yollarda, yeniden bulmam gereken yolumda, küçük bir alıntı.  

“Bu pencerenin arkasında bir bilinmez

Seni ve beni merak ediyor

Ey baştan aşağı yeşil!

Yakıcı anılar gibi ellerini

Bırak benim açık ellerime

Ve dudaklarını

Varlığın sıcak duygusunu

Benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak

Rüzgâr bizi götürecek

Rüzgâr bizi götürecek”

*Kapak fotoğrafı: Meral Kuru